sana bir uygarlığı getirdim; anlamadın/ yavuz kahramanları, şiirin burçlarını/ ayak ucuna koydum gecenin saçlarını/ urganmış boynumda taşıdığın gerdanlık/ sana hükümdarlığı getirdim; anlamadın.

    şubat bitmek bilmedi sanki, gerçi hala bitmedi ama ben kafamda bitirdim.

ölü canlar/ gogol

iş bankası yayınlarından çıkmış 479 sayfalık bir roman. ölü canlar denilince aklımda insanların ölülerini hâlâ yaşatması, unutamamaları gibi şeyler canlanmıştı. ama öyle değilmiş. meğerse kahramanımız çiçikov il il dolaşıp kayıtlarda yaşıyor gözüken ölü canları satın alıyormuş.

kitapla ilgili bahsetmek istediğim ilk şey yazarın kitabın başında yazmış olduğu yazardan okura isimli kısım. gogol ‘ister yüksek tabakadan önemli biri, ister basit halk arasından sıradan birisi ol; tanrı sana eğer okuyup yazabilme gibi bir üstünlük bağışlamış ve benim kitabım da eline geçmişse, bana yardım etmeni rica ediyorum senden.’ diyor. kitabı hakkında görüş bildirilmesini, yanlışlarının düzeltilmesini istiyor, herkesin herkesten öğrenebileceği şeyler olduğunu söylüyor ve kendisini görüşlerimizden mahrum bırakmamızı istiyor. bu o kadar nahif ve kibar bir düşünce ki kitapla ilgili ilk izlenimim ister istemez olumlu oldu. zaten ilk cilt oldukça akıcıydı. ancak ikinci cilde geçtiğimde okuduğum çevirmen notu beni hayal kırıklığına uğrattı, üzerinde on yıldır çalıştığı ikinci cildi gogol ateşe atmış. şu an elimizde olan okuduğumuz kısım kurtarılabilen kısmı. ikinci ciltte eksik kalan cümleler bile var bu yüzden okumak o kadar da zevkli değildi. üstelik kitabın sonu da yarım kalmış. bu ciltte tanıştığımız tentetnikov’un yaşamından daha fazla şey okumak isterdim.

“çünkü günümüz yargısı yüce, coşkulu bir gülüşün, yüce bir lirik hareketin yanında durabilecek değerde olduğunu, böylesi bir gülüşle, panayır soytarılarının maskaralık olsun diye yüzlerini buruşturmaları arasında bir uçurum olduğunu kabul etmiyor.”

klara miliç/ turgenyev

iş bankası yayınlarından çıkmış 94 sayfalık bir kitap. sabahattin ali kürk mantolu madonna’sında şöyle diyordu “turgenyev’in koskocaman hikayelerini bir defada sonuna kadar okuduğum oluyordu. hele bunlardan bir tanesi günlerce sarsmıştı. ‘klara miliç’ ismindeki bu hikayenin kahramanı olan kız, oldukça saf bir talebeye aşık oluyor, fakat buna dair hiç kimseye bir şey söylemeden, böyle bir aptalı sevmenin hicabıyla müthiş iptilasının kurbanı olup gidiyordu. bu kızı nedense kendime pek yakın bulmuştum. içinden geçenleri söyleyememek, en kuvvetli, en derin, en güzel taraflarını müthiş bir kıskançlık ve itimatsızlıkla saklamak cihetinden onu kendime benzetiyordum.” kitabın konusu daha güzel özetlenemezdi.

eğer bir zaman makinesi icat edilmiş olsaydı, ilk ziyaret etmek istediğim kişi yaprak sarmasını bulan kişi olurdu, kendisine sarılıp teşekkür etmek minnettarlığımı göstermek isterdim. ikinci durağım ise kesinlikle sabahattin ali’nin yanı olurdu. yazdıklarını okumayı çok seviyorum, ara ara kitabı kapatıp kitaba sarılıyorum bu kadar güzel cümleler kurduğu için. klara miliç de benim için sanki ondan bana yapılan bir kitap önerisiydi yıllardır okuyayım diyordum bir türlü denk gelememiştik kendisiyle. nasip bu zamanaymış. beni sabahattin ali’yi etkilediği kadar çok etkilemedi bu kitap ama intihar eden kitap karakterleri koleksiyonuma bir yenisini eklemiş oldum, hiç yoktan iyidir.

“hayır, ona aşık değildi, hem neredeyse unuttuğu, hayattayken de hoşlanmadığı ölü birine nasıl aşık olabilirdi? hayır! ama hükmü altındaydı… onun hükmü altında… artık o kendine ait değildi. fethedilmişti. öylesine fethedilmişti ki ne kendi aymazlığını tiye alarak, ne de bu olanların sinir bozukluğundan ileri gelip her şeyin geçeceğine dair kendine güven değilse bile bir umut telkiniyle, ne buna dair bir kanıt arayışıyla, ne de başka bir yolla kurtulmayı dahi denemiyordu.”

köpek kalbi/ mihail bulgakov

iş bankası yayınlarından çıkmış 132 sayfalık ‘korkunç’ bir öykü. insan okurken gerçekten hayretler içinde kalıyor, nereden aklına gelmiş de yazmış bunları diyorsunuz. profesör filipoviç sokak köpeği şarik’i evine alıyor. bu profesör biraz değişik türde ameliyatlar yapıyor. mesela şarik’in er bezlerini ve hipofiz bezini bir suçlununkilerle değiştirmesi gibi. köpek bu ameliyat sonucu korkunç bir insana dönüşüyor ve profesörün hayatını adeta zindana çeviriyor. bunların yanı sıra topluma yönelik de eleştirilerde bulunuyor. bir çırpıda okunulabilecek herkese önerebileceğim kitaplar arasında yerini aldı. seni seviyorum rus edebiyatı.

mürebbiye/ stefan zweig

iş bankası yayınlarından çıkmış, 83 sayfalık ve içinde dört adet öykü bulunan bir kitap. bu aralar neredeyse her ay bir zweig kitabı okuyorum, çünkü lisede ve öncesinde almış olduğum birtakım saçma kitapları satıp yerine kitap alması için kardeşimi göndermiştim sağ olsun o da bir sürü zweig almış, son bir kitabı kaldı ha gayret bitireceğim az kaldı.

hani bazen bir yazarla aranızda bir bağ kurulduğunu hissedersiniz. sanki o yazar; birlikte üzerinize lokum tozu döke saça bisküvi arası lokum yediğiniz bir arkadaşınızdır,  arayıp “ya geçen sende bir mercimek köftesi yemiştik çok güzeldi tarifini atsana” dediğiniz bir dostunuzdur, kek yapmaya başladıktan sonra unu elerken evde kabartma tozu kalmamış olduğunu fark ettiğiniz ve bir koşu bakkala gönderdiğiniz kardeşinizdir, sık gittiğiniz tanındığınız bir mekana girdiğinizde “ooo epeydir göremiyorduk seni” diyen dükkan sahibidir artık. bu kitap ile zweig ile aramızda bu bağ oluştu. nereden kapıldın bu hisse derseniz, geç ödenen borç adlı hikayeyi  okurken “bu duygu sana da yabancı değildir eminim, trenle geçerken veya bir doğa yürüyüşünde uzakta bir ev görürsün ve birden niçin burada yaşamıyorum ki diye düşünürsün. burada mutlu olabilirdim. zaman zaman her insanın bu düşünceye kapıldığına ve bir kez uzun süre bir evden gözlerini ayıramadığında, bu imgenin her çizgisiyle zihnine nakşolduğuna inanıyorum.” satırlarına denk geldim ve aaa ben bunu daha önce okumuştum dedim. hemen kitaplığa gidip clarissa’yı elime aldım, zweig burada da benzer şeyler yazmıştı ve bunu okurken de altını çizmiştim “trenin içindeyken bir ev görürsün, şehrin adını bilmezsin, kimseyi tanımazsın ve orada mutlu olabileceğini hissedersin…” belki bir başkası için bir anlam ifade etmiyordur bu satırlar ama benim için zweig’ın benim için özel yazarlar arasına girişinin biletiydi.

    bu ay pek bir şey izlemek gelmedi içimden. azizler filmi ve 50 m2 dizisi için gün saymıştım mesela çıksa da izlesem diye. üzerinden bir ay geçti hâlâ izlemedim nedense.

kiss the ground/ 2021

her ay bir belgesel izleyeyim kararımın ilk adımını bu belgeselle atmış oldum. toprağı, tarımı korumamız gerektiğini anlatan güzel bir belgeseldi. insan düşünmüyor değil, biz iyi kötü nefes alıyoruz eskilerin “nerede o eski domatesler şimdikilerin kokusu bile yok” dediği domatesleri severek yiyoruz ama bizden sonraki neslin böyle bir şansı olacak mı onu bile bilmiyoruz. dünyanın, doğanın kendisini yenileme gücünden faydalanıp bir an önce harekete geçmemiz gerektiğine dair faydalı ve herkesin izlemesini isteyeceğim türden bir belgeseldi. “bu işte hep birlikteyiz, yaptığımız her eylem göldeki dalgalanma gibi diğer tüm eylemleri etkiliyor. yedi nesil sonraki torunlarımızın balta girmemiş bir ormanda kızılçam ağacına sarılabilmeleri, temiz sularda yüzebilmeleri, yüzerken ağızlarını açıp bu suları içebilmeleri için bu güzel gezegende olumlu bir etki yaratmak adına nasıl kararlar alacaksınız?” bir şeyler yapılması gerektiği kesin, toprağı kazdığımda altından çıkan böcekleri gördüğümde dehşete kapılıyor olmasam köye yerleşip tarım yapmak çok isterdim gibi hissediyorum. kim bilir belki bir gün öyle bir hayata geçiş yaparım, hayat sürprizlerle doludur.

the time traveler’s wife/ 2009

film bir trafik kazası ile başlıyor, küçük bir çocuk olan henry bu kazadan sonra zaman yolcusu olduğunu öğreniyor. bu zaman yolculukları esnasında küçük clare ile tanışıyor. yıllar sonra clare kütüphanede çalışan henry ile bir şekilde denk geliyor ve küçük bir kızken ona yaptığı ziyaretleri, onu tanıdığını anlatıyor. ve olaylar gelişiyor. sanırım film zamanda yolculuk yapabiliyor olmanın düşünüldüğü kadar harika bir şey olmadığını anlatmak için çekilmiş. bir kitaptan uyarlamaymış, okurum diye bir kenara not ettim ama ne zaman ona sıra gelir bilemiyorum. filmi ben çekseydim sonu böyle bitsin istemezdim, henry de böyle olsun istemezdi.

the hours/ 2002

çözdüğüm muhtemelen uyduruk olan bir enneagram testi kişilik tipime uygun olarak bu filmi önerince e hadi izleyeyim bakalım dedim. epeydir sonunu bu denli merak ettiğim bir film izlememiştim. film üç farklı kadının hayatını gösteriyor. 1941 yılında virginia woolf’ün yazmış olduğu intihar mektubu ile başlıyor. virginia ceplerine taşları doldurmuş kendisini suya bırakırken eşi de evde mektubu okuyor “bana mümkün olan en büyük mutluluğu yaşattın, her açıdan, benim için her şey oldun. iki insanın bizden daha mutlu olacağını sanmıyorum.”

daha sonra 1951 yılındaki laura ve 2001 yılındaki clarissa’nın hayatlarını görüyoruz. laura virginia’nın yazmış olduğu mrs dalloway isimli kitabı okuyor. “mrs dalloway çiçekleri kendisinin alacağını söyledi.” cümlesi ile başlıyor kitap. benzer bir cümleyi yıllar sonra clarissa’nın ağzından duyuyoruz.

hem mrs dalloway’i hem de filmin uyarlanmış olduğu kitap olan saatleri en kısa sürede okuyacağım.

az takipçili youtube kanalı önerisi: birkaç yıldır halil bekar’ı takip ediyorum ve çok güzel işler yapmasına rağmen bu kadar az biliniyor olmasına üzülüyorum. bir de engin özdemir, eğer yemek yerken canım avrupa yakası izlemek istemezse –ki bu çok nadir olur- genelde elim bu iki kanala gidiyor.

yazı sonu şarkısı: chet baker- my funny valentine

 

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

balığın batması ve yan gitmesi hakkında bazı mülahazalar

arkadaşın ne yapıyorsun dediğinde hiç öyle bildiğin gibi aynı şeyler evdeyim deme yarışına katıldın ama rakibin benim

“alo iyi günler ben potansiyelimi harcamak istiyordum da nereye başvurabilirim? evet evet tek çekim olacak hepsini harcamak istiyorum.”