bu yazı yeni bir şeyler denemeye ayırma işinin çığırından çıkması ve neyse deneyim oldu tesellisine sarılmak

 

ben bu satırları yazarken işe başlayışımın birinci ayı doldu lakin siz ne zaman bitiririm de okursunuz bilmiyorum. günler bu ara biraz yoğun ve yorgun geçiyor, ama önce hikayeyi biraz başa saralım.

bu yazın başında özel okullara yaptığım iş başvurularının hiçbirisinden olumlu olumsuz bir cevap alamayınca minik bir üzüntü sürecinden sonra bu yazı yeni deneyimler edinmeye ayırmıştım. o üzüntü ve hiçbir şey başaramayacak mıyım ben hissi çok normal bence çünkü bu sefer olacağından çok emindim. hayır bu kendime gereksiz güven de nereden geldiyse ama olsun insan zamanla öğreniyor işte.

aslı sütçüoğlu’nun yaşadığı bir kimlik krizi vardı

işte böyle bir statü karmaşasından sonra tamam dedim, bildiğim işi yapamıyorum ama sıfırdan bambaşka bir şeyler deneyebilirim. hem yeni deneyimler edinmiş olurum, başka alanlara dair bir fikrim olmuş olur, yeni insanlar yeni bakış açıları demektir gibi düşüncelerle iş arama serüvenimi başlatmış oldum. bildiğim, tecrübemin olduğu sektörde iş bulamamışken bambaşka alanlarda iş bulmanın kolay olacağını bana düşündürten şey tam olarak neydi bilmiyorum ama atıldık bir maceraya. tek maksadımız var o da yeni anılar edinelim, gülüp eğlenelim.

ilk köleliğim ay pardon deneyimim bir eşarp mağazasındaydı. haftanın altı günü on bir saat mesai, gün içinde elli dakika mola ve çalışma saatleri içerisinde oturmanın yasak olması şeklinde bir simülasyonun içindeydim. bunu üç gün deneyimlemek bana ziyadesiyle yetti, üçüncü günün sonunda herkese başarılar dileyip istifa ettim. sonrasında orada yarı zamanlı yani sekiz saat çalışmaya devam ettim gerçi. insanların çalışma mecburiyetlerini böyle bir emek sömürüsüne dönüştürmek ilk kimin aklına gelmişti acaba. şeytan bile bir tereddüt ederdi sanki. havanın en sıcak olduğu dönemde çalışmaya başlamıştım orada ve kendine hayrı olmayan bir klimamız vardı. beş santim yakınına gelip biraz bekleyince hafif bir serinlik hissi veriyordu, ama belli belirsiz yani varla yok arası. ben işten ayrıldıktan sonra mağaza sorumlusu geldiğinde yeni bir klima takılması ricasında bulunmuşlar, sırayla önüne geçip serinlersiniz geri dönüşünü almışlar. hadi bizi geçtim çalışanlar neyse önemsiz diyelim ama biricik müşterileri de sıcaktan rahatsız oluyordu en azından onları düşünmeleri gerekirdi bence. bu arada burası cuma vakti satış yapmayı doğru bulmadığı için o saatler arasında mağazayı kapatan bir yer, öyle de ahlaklılar. ne diyelim allah kabul etsin.

oradan ayrıldıktan sonra birçok farklı yerle görüştüm iş için. eğitim danışmanlığı için iki kurumla görüşmüştüm mesela, ikisi de kararımız ne olursa olsun olumlu olumsuz muhakkak dönüş yaparız demişlerdi, iki aydır hâlâ düşünüyorlar galiba haber bekliyorum bakalım. bir kuyumcuyla görüştüm, bu ne alakaydı ben de bilmiyorum hiç. yol üzerinde bir takı mağazası eleman arıyordu merakımdan oraya da sordum şartları nedir diye, sabah dokuz buçuk akşam on buçuk arası bir çalışma saati söyledi. herhalde günün sonunda dükkanı üzerimize yapıyorlardı zaten o saatler arasında çalıştıktan sonra eve gitmeye de gerek yok orada bir köşeye kıvrılır yatarsın. yufka paketleme işi için bir yerle görüşmüştüm. garsonluk için cv bıraktım yetkili kişi gelince hemen arayacaklardı bir ay kadar önce. hâlâ tatilde değildir inşallah bu kadar uzun süre tatil yapılmaz çünkü söylesinler de işinin başına dönsün bir ara. bu birbirinden alakasız iş görüşmelerimin tek ortak noktası “hiç bilmediğim bir iş ama öğrenirim hallederim” cümlesiydi. işte insana bazen böyle bir cahil cesareti geliyor. bir tercümanlık bürosu ile bile görüştüm. ofis içinde ve dışında getir götür yapacak birisini arıyorlarmış. ben de onları aradım böyle bir işiniz varmış talibim demek için. telefonda konuştuğum kadının ilk sorduğu şey evli misin çocuğun falan var mı oldu. bu soruların hep kadınlara yöneltilmesi ve erkeklerin böyle şeylerden muaf tutulması bizi zaten yarışta hep geride bırakıyor. özel sektörde kadın hakları, feminizm, eşitlik, adalet gibi kavramlar zaten yok gerçi. bu yaz uzun uzun bunları da gözlemleme fırsatı edindim, yıllarını iş hayatına veren kadınlardan deneyimlerini de dinledim. evet erkekler için de durum pek farklı değil ama ben kadın bakış açısıyla bakıyorum şu an ve iş hayatında kadının kadına anlayışsız davranmasını hiçbir zaman anlamayacağım. her neyse ben o tercüme bürosu ile görüşmeye gittim, yaklaşık on bir saatlik mesai süresinde yapacaklarımdan bahsetti. ofisin temizliği, çay kahve servisi, yapılan çevirileri düzenleme, fotokopi çekme, notere belediyeye belge getirip götürme gibi uzayan bir iş tanımı verdi bana. her zaman olduğu gibi “hiç bildiğim bir alan değil ama biraz zaman tanırsanız hemen işi kavrarım” dedim. ki zaten beni görüşmeye çağırmadan önce yaptığımız telefon görüşmesinde bu işle ilgili hiçbir tecrübemin olmadığını söylemiştim ona rağmen çağırmıştı beni. bana “en azından arapçan yeterli olsaydı da gelenleri karşılayıp onların çevirilerini yapabiliyor olsaydın bir artın olurdu işe almayı düşünebilirdim seni” dediğinde neden kalkıp gitmedim bilmiyorum. başvurduğum ve şartlarını söylediği işle benden beklediği şeyler arasında koskocaman fark vardı. bir dili çeviri bürosunda beklenti karşılayacak seviyede iyi biliyor olsam ben niye ilan açtıkları pozisyondaki bir işe başvurayım ki? “işe bir kişi alayım ama o kişi her şeyi yapsın karşılığında da mümkün olan en az parayı vereyim” mantığını kim ne zaman kabul etti ve biz ne zaman böyle de olsa bir iş bulduğumuza şükredecek hale geldik hiç bilmiyorum. hakkımız olanı istemek suçmuş ve iş beğenmiyormuşuz gibi lanse ediliyor. eğer öyleyse de ben bir şeylerin gidişatını beğenmeyen kıymet bilmez şımarık birisiyim ve böyle olmak beni hiç rahatsız etmiyor. bunlara ek olarak bir butikle satış danışmanlığı için görüşmüştüm, bir de web tasarım ajansının (bu firma nasıl tanımlanır bilemedim) ofisinde çalışmak için birisiyle iletişime geçmiştim. elbette hikayenin sonu şaşırtmıyor, muhakkak geri dönüş yapacaklardı onlardan haber beklemeliydim ama o gün hiç gelmedi. yani tüm bunların sonunda bana düşen tek şey telefonun başında çaresizce beklemek oldu.

böyle günlerden birisinde bir gün yine internette bir iş ilanı gördüm. yazılım ofisinde çalışacak birisini arıyorlardı ama o ilanı birkaç defa görmeme rağmen hiç açıp da bakmamıştım ne istiyordur şartları nedir diye. tamam, birbirinden alakasız deneyimlerim oldu ama o kadar da değil diye düşünüyordum. sonra bir gün aradım sordum bu iş nedir ne değildir diye. kafeleri restoranları arayıp kendi oluşturdukları karekod menüyü satma işiymiş. bir şeyler satma konusunda bir yarışma olsaydı ben sonuncu olurdum ama bu bilgiyi kendime saklayıp “tamamdır ya hallederim” dedim görüştük anlaştık başladım işe. insanları arayıp işletmelerinde qr menü kullanmak isteyip istemediklerini sormak ne kadar zor olabilirdi ki zaten. iki hafta gayet sorunsuz, telefonda bol bol hakaret işiterek, “işletmeyi kapattık biz ya battık” diyenlere üzülerek geçti. işteki üçüncü haftamın içindeyken yarı uzaktan yarı ofisten çalışalım diye bir karar almıştık, o gün ofise gitmesi gereken iş arkadaşım gitmediği için ikimiz de kovulduk. hiç işten kovulma hikayem yoktu, o yüzden saçma sapan elle tutulur bir sebebi olmayan bir kovulma da olsa heybemize yeni bir deneyim eklemeyi başardık. bir kafede otururken en çok kahkaha atılan masa bizim masa olsun diye böyle gülünç şeyler yaşayalım ki neşemiz hiç eksik olmasın. iş görüşmesi için gitmeden yarım saat kadar önce kulağımı deldirmiştim, birkaç gün sonra ağrısından ve şişliğinden mahvolduktan sonra orası iyice şişmeye başlayınca hiçbir türlü kulağımdan çıkarılamayan küpeyi pense yardımı ile oradan kurtarmayı başardık. aslında tüm bu olanlar iş sürecinin çok iyi gitmeyeceğine bir işaretmiş de ben anlayamamışım. yani şimdi kulağımı tekrar deldirme vakti ama yine aynı şeyleri yaşarsam babam kulağına küpe olsun diyerek beni şişmiş kulağım ve yerinden çıkmayan küpeyle beni baş başa mı bırakır yoksa yine güç bela o küpeden kurtarır mı bilemiyorum. denemeden gerçek cevabı bulamayız.

ve son tecrübeme geliyoruz şimdi. artık bir işin mutfağındayım. yani gerçekten mutfaktayım, bir kafenin mutfak kısmında çalışıyorum. beklemiyordunuz di mi? ben de beklemiyordum. peki mutfak hâlâ yerli yerinde mi diye sorduğunuza duyar gibiyim, aşk olsun. bir ayda sadece dört tabak iki de bardak kırdım üç kere de elimi yaktım. anlayacağınız o önlüğü takıp eldivenleri elime geçirdiğim an oldukça profesyonel bir çalışma sergiliyorum. arada bazı sakarlıklar oluyor nazar çıkarıyoruz ama o kadar da olur. işe başladığım ilk hafta bir ayağım hep kapıdaydı, bırakıp gitmeye hep çok yakındım. hani yeni bir şey öğrenmeye başladığınızda hiçbir şey bilmediğiniz ve öğrenmek için sürekli çaba harcamanız gereken birkaç haftalık bir süreç oluyor ya, o günler öyle zor geçiyor ki. muzu keserken yönü nereye baksın, bıçağı nasıl tutacağım, o tatlıyı yapayım ama sıralaması nasıldı derken her şey aniden çok karmaşıklaşmaya başlamıştı. ve daha da kötüsü herkes benden her şeyi hıphızlıca yapmamı bekliyordu. beni tanıyanlar bilir ki böyle bir şey mümkün değil, ben yavaş yaşama felsefesinin son temsilcilerinden birisi olarak hayatımı sürdürüyorum. mutfakta tatlı yapmayı seviyorum evet ama üç yumurtayı kırıp portakalları yavaş yavaş incecik dilimlerken bir taraftan da avrupa yakası izlerken tüm bunları yapmayı seviyorum. gelen sipariş beş dakika içerisinde çıkmazsa müşteri tatlı yiyemediği için fenalık geçirecekmiş gibi davrandığımızda değil. ama bir ay öncesine kıyasla epey hızlandım bence, tabi hâlâ diğer mutfak çalışanlarına kıyasla ağır çekimde hareket ediyormuşum gibi duruyor dışarıdan bakınca ama gerçekten maksimumumda çalışıyorum. anlamadığım bir diğer konu da çalışırken aynı zamanda çalıştığımız alanı temiz tutmamız gerekmesi. mutfakta bir iş yaparken çalıştığımız alanı nasıl temiz bırakmaya devam edebiliriz bunun bilgisi bende hiç yok. çünkü bir işi yaparken ortalık dağılır ve işin bittiğinde toplarsın. yani ben yirmi yedi yıldır böyle yaşıyordum. ama artık aynı anda bir sürü şey yapmaktan beynimin acıdığını hissediyorum, zaten mesainin son bir saatinde beynime artık ulaşılamıyor tamamen beyinsiz bir şekilde devam ediyorum iş arkadaşlarımın hepsinden çok özür dilerim. yeni bir şeyler öğreneceğim yeni deneyimler edineceğim diye çıktığım bu yolda üç aydır kendim çektirdiğim yetersizlik hissine değer mi bilmiyorum. işi ilk haftadan bırakmamış olmamın tek sebebi kendimi karşılaştığı ilk zorlukta hemen bırakıp giden tahammülsüz birisi olarak görmek istemiyor oluşumdu. evet zorlanıyorum ama benim sınırım ne acaba diye merak ede ede bir ayı tamamladım. kendime koyduğum ilk hedef de buydu, şimdi kendimle ikinci bir aylık sözleşmeyi yapabilirim tekrar. hatta şu son üç günde hasta olmama rağmen çalışmaya devam ettim. normalde bu denli hasta hissettiğimde evde yataktan bile çıkmazdım ama bu kadar kırılgan oluşumu sevmediğimi fark ettim ve izin almadan işe gitmeye devam ettim. ilk gün eve geldiğimde hasta olmanın da verdiği duygusallıkla böyle ufacık bir griple bile başa çıkamadığım ve tüm kemiklerimin ağrıdığını hissettiğimden muz kasasını geçtim on kiloluk çikolata torbasını bile kaldırmak zor geldiği için kendime çok kızdım. çünkü bu kadar savunmasız ve güçsüz hissetmek hoşuma gitmedi. hemen pes ediyormuşum gibi olmasın diye kendimi iyi olduğuma inandırdım ve hastalığımın ikinci gününde de işimin başındaydım. ve iş yerinde ağlayacak herhangi bir alan olmadığını fark ettim. üç dakika yalnız kalıp ağlayıp işe geri dönebilme imkanımız olmalı bence, bir tür şarj olma alanı gibi düşünülebilir. ikinci günü de güç bela tamamladım, apartmandan içeri girince merdivende birkaç dakika oturup mini bir hayat sorgulaması yapıp eve öyle girmem gerekti. üçüncü günün sabahında vasiyetname hazırlayacak kadar kötü hissediyor olmama rağmen mümkün olan bütün ilaç ve bitki desteğine başvurup yine işe gittim. çalışmamın üçüncü saatinde baktım bir yere tutunmadan ayakta duramıyorum ve tüm sesler artık uğultu gibi geliyor, dedim benden bu kadar kendinize iyi bakın. iki buçuk gün yine iyi dayandım kendimi tebrik ediyorum ve içimdeki “bir grip oldun diye ne bu tantana” diyen sesi hemen susturuyorum.

bir kafenin mutfağında çalışıp tatlı yapmak fikri dışarıdan bakınca çok sevimli duruyor. en azından bana öyle geliyordu. ama mutfakta çalışmanın doğası mı böyle bilmiyorum herkes çok gergin. sürekli bir şeylerin yetişmesinin gerekmesi, sürekli o koşturmaca hali, telafisi mümkün hatalara bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış gibi tepki verilmesi ve bazı tatlılar için dolapta soğuktan sertleşmiş dondurmalardan top yapmanın çok zor oluşu gibi şeyler benim burada ne işim var ya gibi hissettirse de işi öğrendikçe azıcık da olsa keyif almaya başladım diyebilirim. tek sorun herkesin her şeyi farklı biçimlerde yapması ve ne yapacağımın o gün kiminle çalıştığıma göre şekillenmesi. herkesi tam olarak şöyle dinliyorum:



ama bir süre sonra kim neyi nasıl yapıyordu diye düşünmeyi bıraktım. nasıl kolayıma geliyorsa öyle yapıyorum. her işin fiziksel bir yorgunluğu oluyor zaten o çok normal, zihinsel yorgunluk güzel bir şey bile sayılır ama duygusal yorgunluk günün sonunda en yıpratıcı kısım oluyor. ne yaparsan yap kimseyi memnun edemeyeceğin anların toplamına özel sektör demişler sanırım. kapıdan girerken bir çift güzel söz, sevgi, saygı, anlayış gibi kavramları dışarıda bırakıp öyle giriş yapılıyor. aylardır karşılaştığım her negatif tavrı “olsun, kötü bir gün geçiriyor olabilir” şeklinde meşrulaştırmaya çalışıyorum kendimce ama galiba çalışan kesimin kötü bir gün geçirmeye pek hakkı yok, onlara o müsamaha hiç gösterilmiyor. en azından ayda bir gün seçip şu kişi kötü bir gün geçiriyor olabilir bugün ona çok iyi davranıp yaptığı her şeyi takdir etmeliyim diyebilirler diye düşünüyorum. sadece işveren kesimi kötülemiyorum yanlış anlaşılmasın, müşterilerin de bir şeye para veriyorsam her türlü tavrı sergilemekte özgürüm gibi bir anlayışı olabiliyor. şu son iki yıla kadar nezaket kavramından uzak insanlar hep sosyal medyada var zannederdim hatta biraz abartılı bulurdum, gerçek hayatta karşılaşmak da nasip oldu. böylelerine karşı nasıl tavır almam gerektiğini henüz çözümleyemedim ama halledeceğim. bu arada size içeriden bir bilgi vereyim, gittiğiniz bir mekanın mutfağında çalışan sevmediğiniz birisi varsa menüden seçtiğiniz bir ürünün tüm özelliklerini değiştirerek ona işkence yapabilirsiniz. mesela ürün çilekle mi hazırlanıyor, tamamen muzlu olmasını isteyin. orijinali beyaz çikolatalı mı, bitter ve sütlü çikolata isteyin. her şeyi iyice karmaşıklaştırın ki yapan kişi sürekli sipariş fişine bakmak zorunda kalsın ve neydi ne değildi diye düşünüp dursun. ah bu arada kapanış saatine kadar oturduğum yerlerdeki bütün çalışanlardan çok özür diliyorum ve bir an önce kalkıp gitmem için gözümüzün içine bakma sebebinizin mekanı temizleyip kapatıp evinize gitmek olduğunu artık anlıyorum. bunların yanı sıra haftada bir gün bulaşıkçılık yaptığım için artık bulaşıkçılarla da empati kurabiliyorum, empati skalam baya genişledi. kendimi hiç bulaşık dağına bakıp iç geçirdiğim bir senaryonun içinde düşünmemiştim ama işte yaşamanın en güzel yanı sürprizlerle dolu olması değil midir zaten. kendinizi hiç beklemediğiniz durumların başrolünde bulabiliyorsunuz. mesela bana hiç “abla temiz çay bardağı kalmadı bulaşıklar yıkandı mı? temiz kaşık çatal var mı?” sorularının muhatabı olurum gibi gelmiyordu bu hayatta. ama işte bir anda kendinizi henüz kırdığınız bardağın parçalarını lavabonun içinden parmaklarınıza zarar vermeden çıkarmak için suyun akıp gitmesini beklerken bir taraftan da makineye tabak mı atsam, kaşık mı azalmıştır, acaba önlüğü fırlatıp mutfağı terk edip işi mi bıraksam gibi düşünce sellerine kapılıp gitmiş halde bulabiliyorsunuz. kafede otururken sohbet esnasında elim boş kalmasın diye parçaladığım peçetenin parçalarını masadan kalkmadan önce etrafı toparlamak adına çay bardağına doldurduğum için tüm bulaşıkçılardan özür diliyorum. bardağın içinden hem birbirine hem bardağa yapışmış o parçacıkları çıkarmak ayrı zaman alıyor, şöyle bir çalkalayıp lavabonun içine döküvereyim desem lavabo tıkanıyor. evdeki üç parça bulaşığı makineye yerleştirince annesinden tebrik mesajları alan bir kızsanız dokuz saat boyunca bulaşık yıkamak sonunda yakışıklı prensin olmadığı bir külkedisi masalına sıkışmış gibi hissettiriyor. külkedisinin şartları biraz daha iyi olabilir belki ama olsun benim de sigortam var. temizlik hastalarına workshop düzenleyip yani onlardan para alıp üzerine bulaşık yıkattırıp mutfak temizletmekle ilgili bir planım var ama bu fikri duymaya hazırlar mı bilmiyorum, o yüzden şimdilik sadece kendime saklıyorum. biraz düşününce eminim size de mantıklı gelecektir.

bir diğer anlam veremediğim şey de altı gün çalışıp sadece bir gün izin yapabiliyor oluşumuz. o izni de hafta içi kullanabiliyorum sadece. cumartesi ve pazar günlerini çalışarak geçiriyor olmak ne kadar kötü hissettiren bir şeymiş. o bir güncük iznimde de arkadaşlarıma mı vakit ayırayım, ailemi mi göreyim, altı gün boyunca dağılan hayatımı o bir günde mi toparlamaya çalışayım insan ne yapacağını şaşırıyor. diğer günlerini verimli bir şekilde kullanırsan böyle olmaz dediğinizi duyar gibiyim, aşk olsun. neyse zaten cumartesi pazar günleri kafamızda oluşturduğumuz bir illüzyon, istediğimiz güne istediğimiz anlamı yükleyebiliriz ama bu her pazartesinin yeni hayatımızın ilk günü olduğu gerçeğini değiştirmez, pazartesinin yeri ayrı. yine de her günün şöyle olduğu gerçeğini hiçbir şey değiştiremiyor:

ileride nasip olur da bir yer de ben açarsam çalışanlarıma nasıl davranmalıyım veya davranmamalıyımın cevaplarını toparlıyorum bir taraftan da yaz başından beri. her şeyden önce birlikte iş yaptığın insanları hoşnut etmezsen müşteriyi de memnun etme imkanın hiç yok mesela. çünkü ruh halimiz yapılan işin kalitesine de yansıyor. mesela eşarp mağazasında çalışırken müşteriye her zaman güler yüzlü ve enerjik bir yaklaşım sergilememizi bekliyorlardı. ama o çalışma şartlarında öyle bir şey mümkün değildi. ileride açacağım kitapçıda yanımda çalışan dünyalar tatlısı insanlar bloglarında ne kadar kötü bir işveren olduğumdan bahsetmezler umarım. bir iki iyi özelliğim de olur herhalde en azından onları bari eklesinler. belki ben de mutfağa girince korkunç birisi oluyorumdur bilemiyorum, hikayeyi bir de karşı taraftan dinlemek lazım. herkesin yapılan işle ilgili farklı kaygıları, beklentileri oluyor. birbirimize anlayışla ve kibarlıkla yaklaşırsak halledemeyeceğimiz şey yok aslında. son üç aydır edindiğim deneyimlerden hareketle söyleyebilirim ki iş hayatında kibar bir insan olma çabanız sadece salak yerine konmanızla sonuçlanıyor. bir şeylerin farkında olduğunuz halde nezaketi ve güler yüzü devam ettirme çabanız pek karşılık bulamayabiliyor, bir taraftan da bu noktadaki sınırımı ölçmeye çalışıyorum bakalım hangi noktada huzursuzluk çıkaran o kişiye dönüşeceğim. henüz bir yerde o denli uzun çalışıp bunu deneyimleme fırsatım olmadı ama sürekli şikayetlenen ve bir şeylerin iyi tarafından bakmayı bırakıp olumsuzu her fırsata dile getiren versiyonumu da oldukça merak ediyorum. ama günün dokuz saatini geçirdiğim bir yerde de mümkün olduğunca huzur içerisinde çalışmayı yeğlerim elbette, günün sonunda o gerginliği gerektirecek hiçbir şey yok bence. sonuçta kazanılması gereken önemli bir kutu oyunu oynamıyoruz, öyle yerde çirkefleşilir o ayrı. geçen yıl monopoly oynarken banka olduğum için mal kaçırmakla suçlandığım oyunla ilgili hâlâ bir özür bekliyorum, buradan ilgili kişilere duyurulur. matematiğim kötü olduğu için birkaç işlem hatasıyla zimmetime olması gerekenden fazla para geçirmiş olabilirim ama lisedeki matematik öğretmenimi sevmediğim için derslerde kitap okumamın bedeli iki üç sayıyı yanlış topladım diye oyundan diskalifiye edilmek mi olmalıydı bilmiyorum. neyse konuya dönecek olursam şimdiki çalışma ortamından memnun musun derseniz, elbette değişsin istediğim şeyler de var ama yirmili yaşlarında ve bir şeyler için çabalayan bambaşka hayalleri olan insanlarla bir arada olmayı sevdim. yirmi yedi yaşımdan utanmadan kendimi de yirmili yaşlardaki gençlerin içine dahil ediyorum elbette. burayı bir şeyler için geçiş aşaması olarak kullanmak, yeni insanlarla tanışmak ve her anlamda bir işin mutfağında olmak yapmam gereken şeylerdi öğrendikçe yavaş yavaş keyifli olmaya başladı. ufak tefek birkaç aksiliği de görmezden gelip arada olur böyle şeyler diyip yolumuza bakıyoruz, yol da her zaman çiçekli olmuyor tabi zaman zaman benim burada ne işim var diye düşündürtüyor ama ay başında alınan maaş da tam da böyle günler için var işte. yol çiçekli olmadığında istediğimiz zaman gönlümüzce kendimize çiçek alabilmemiz için. yoksa başkası çiçek alsın, benim yolumdaki dikenleri temizlesin diye beklersek ömür bitiyor. herkesten o kadar okudun yüksek lisans yaptın bu işi mi yapacaksın tepkisi alıyor olsam da bu durum beni rahatsız etmiyor. sonuçta o bilgilerim de kıyıda köşede hâlâ duruyor hiçbir yere kaybolmadılar. boşa giden hiçbir şey de yok. hatta kadınların çalışma hayatında karşılaştığı durumlarla ilgili bir makale yazmak için fazlasıyla veri edindim bir ara tüm bunları derleyip toparlayıp akademik dile dönüştürüp bir şeyler de yazacağım. yeni bir şeyler denemeye keşke daha önce başlasaymışım. buradan sonra çalışacağım sektör neresi olacak acaba ben de merakla bekliyorum. ne düşündüğünüzü tahmin ediyor gibiyim, bence de bir kitapçıda çalışmak bana çok yakışırdı eğer bir yer denk gelirse neden olmasın hemen orada da yeni deneyimlere yelken açabilirim.

bloga yazmaya hiç bu kadar uzun bir ara vermemiştim sanırım. yıllardır burada hayatımdan bazı kesitleri paylaşmak, o an içinde bulunduğum dönemin arayışlarını ve kayboluşlarını bir yerde biriktirmek, zaman zaman tüm bunları tekrar okuyup yol nerede başlamıştı ben şu an hangi kısımdayım önümde hangi seçenekler var bunları görebilmek iyi hissettiriyor. hayatımı grafiğe döktüğümde okun yönü sürekli aşağıya doğru olurmuş gibi geliyor ama tüm bu anları ve anıları uç uca eklediğimde inişi olduğu kadar çıkışı da olan bir grafik var. beş yıl öncesine dönüp baktığımda hayatım o zamanlar şimdi için planladığım yerden fersah fersah uzakta, bambaşka bir yöne evrildi. bundan beş yıl sonrasının da ne olacağını hiç kestiremiyorum. ama günün sonunda elimizde olan veya olmayan sebeplerle bir şeyler oluyor. iyi veya kötü her bir sürprizi kabullenmek için kendimize biraz zaman tanıyıp yeni ihtimallerin heyecanına kapılıp gitmek gerekiyor. çünkü hayat akıp gidiyor ve bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığınızda kendinizi hamam böceğine dönüşmüş olarak bulabiliyorsunuz yani yirmi yedi yaş sınırları içerisinde. ama biraz çabayla bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığınız o kitabı değiştirebilirsiniz, fast food mağazalarında bilmem kaç lira farkla büyük boy içecek alıp aynı miktarda içeceği daha fazla buzla alıyormuşsunuz gibi değil ama gerçek bir farktan bahsediyorum. böyle dönüşümler biraz zor ve sancılı bir süreci beraberinde getiriyor ama halledilir. buraya yazmadığım süreçte instagramda kendime bir kitap hesabı açtım orada yazmaya devam ettim. bu hesabı insan içine çıkarsam mı orada kendi halimde takılmaya devam etsem mi çok düşündüm ama galiba artık buna hazırım. baktım bu durum hoşuma gitmedi iki güne kapatırım, hesabın adı da buradan geliyor zaten linke tıklayıp ben iki güne kapatmadan hemen ulaşabilirsiniz: ikigunekapatirim

Yorumlar

  1. Ohh iyi ki yazdın

    YanıtlaSil
  2. Valla twitterdan gördüm okadar uzundu ki ben okurken sıkıldım sen nasıl üşenmeden bu kadar yazdın

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. inan bu mümkün olduğunca kısaltılmış versiyonu ahshshshs

      Sil
  3. Deneyimlerini keyifle okuduk, teşekkürler...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

balığın batması ve yan gitmesi hakkında bazı mülahazalar

arkadaşın ne yapıyorsun dediğinde hiç öyle bildiğin gibi aynı şeyler evdeyim deme yarışına katıldın ama rakibin benim

“alo iyi günler ben potansiyelimi harcamak istiyordum da nereye başvurabilirim? evet evet tek çekim olacak hepsini harcamak istiyorum.”