hatırlat da haziranın sonlarında çocukluğumu yakalım
merhaba, bundan sonra her ayın sonunda o ay izlediklerim ve okuduklarım hakkında birkaç satır da olsa bir şeyler paylaşmayı düşünüyorum. bu şekilde hem bunlar bir yerde derli toplu olarak durur hem de benim için geri dönüp baktığımda tüm bunları anımsamak kolaylaşır. öncelikle hemen bu ay pek fazla okuyup izlememiş olmamın bahanelerini sıralayayım, ayın ortalarına kadar bitirmem gereken ödevlerim ve sınavlarım vardı ve sonrasında da bunları okuyup izleyebildim. ki bunlar bir zorunluluk değil, keyif almak için yaptığım şeyler, bu ay bu kadar keyif almak istemişim diyelim. başlamadan bir de şunu söylemek istiyorum ki daha önce bir şeyler hakkında inceleme ya da eleştiri yazısı yazmamıştım zamanla bu konuda kendimi geliştireceğimi umuyorum ve başlayabiliriz.
küçük kadınlar/ louisa may alcott
epeydir alıp okumak istediğim, kitaplığımda görmek istediğim bir kitaptı. ama çevirisine güvendiğim bir yayınevinden bulamadığım için umutsuz bekleyişim sürüyordu. neyse ki iş bankası kültür yayınları olaya el attı da kitabıma kavuşabildim, okumak da bu aya nasipmiş.
1868’de yayımlanıp çocukluğuma ve gençliğime etki ettiği için öncelikle sevgili yazarımıza sonra da kitaba çok teşekkür ediyorum. dört tane küçük kadının hikayesine dahil olabildiğim için çok mutluyum. umarım aynı karakterlerin yer aldığı devam kitaplarının da çevirisi yapılır da okuyabiliriz. kendileri ile üzülüp gülebildiğim kitap karakterlerini seviyorum.
uzun bir süre sınavlarla ödevlerle meşguldüm ve artık hiçbir sorumluluk almadan günü planlamadan dümdüz yaşamak istiyordum. kitaptaki kızlar da yorucu bir dönemin ardından dilediklerince günü geçirmek istediler hiç iş yapmadan. ama sonra bunun daha yorucu olduğunu fark ettiler ve anneleri onlara şu güzel cümleleri söyledi “o halde size yüklerinizi yeniden sırtlamanızı öğütleyeyim, bazen ağır görünseler de bizim için yararlılar ve taşımayı öğrendikçe hafifleyecekler. çalışmak faziletli bir eylemdir ve herkese yetecek kadar iş var. çalışmak bizi bezginlikten ve yanlış işler yapmaktan kurtarır, hem ruh hem beden sağlığımıza iyi gelir, para ya da modanın vereceğinden daha fazla güç ve özgürlük duygusu aşılar.” “çalışma ve eğlenme zamanlarınız düzenli olsun, her gününüzü hem verimli yaşayın hem eğlenceli; onu iyi kullanarak zamanın değerini anladığınızı kanıtlayın. böyle yaparsanız gençliğinizden keyif alırsınız, yaşlılığınızda da çok az pişmanlığınız olur; nihayetinde yoksul da olsanız yaşam güzel bir armağana dönüşür.” ilk okuduğumda bu satırları kendime verdiğim tatilin başındaydım ve ‘öyle saçma şey mi olur istediğimi yapıyorum istemediğimi görmezden geliyorum ne güzel’ diye düşünüyordum. ama bir hafta kadar sonra olaylar zevk alacak bir şey bulamayıp boş boş duvara bakmaya dönüştü ve hiç keyif de almıyordum. aklıma bayan march’ın sözleri geldi ve haklı olduğunu kabul ettim. bir anne kitapta da olsa haklıdır.
bu kitaptan daha birçok alıntı yapmak istiyorum,başlı başına bir yazı yazmak istiyorum ama önümüzdeki günlere kaldı şimdilik.
satranç/ stefan zweig
kitabın arka kapağında yazdığı şekliyle özetleyecek olursak, bir yolcu gemisinde karşılaşan yeni dünya satranç şampiyonu mirko czentovic, sıradan bir satranç oyuncusu olan öykünün anlatıcısı ve bir zamanlar usta bir satranç oyuncusu olan ama epeydir satrançtan uzak kalan dr b. bu öykünün aktörleri.
bildiğiniz ya da yeni öğreneceğiniz üzere stefan zweig 1942 yılında eşi ile birlikte içinde bulunduğu ruhsal sıkıntılara katlanamayarak, arkadaşına yazdığı bir mektupta “sizler yeni bir gün doğumunu bekleyebilirsiniz, benim buna gücüm kalmadı..” diyerek intihar etmiştir. satranç da ölümünden önce tamamladığı eserleri arasındadır.
altı yedi tane kitabını okuyup bir yazar hakkında hüküm vermek ne kadar doğrudur bilmiyorum ama bana göre zweig duyguları abartılı bir şekilde anlatıyor mesela bilinmeyen bir kadının mektubu isimli bir kitabını okuduğumda bir insan bir insanı böyle sevemez biraz abartmış olabilir diye düşünmüştüm. abartılı duyguları okumayı çok severim orası ayrı. bu kitaptaki anlatımlar da biraz öyleydi, özellikler dr. b.’nin anılarını anlattığı kısım. yaklaşık seksen sayfalık bir kitap bir oturuşta biter ama kitabın boğucu havası okumamı zorlaştırdı sanırım (kitabı üç gün elimde sürüştürmeme bahane bulmuyorum tabi ki asla). psikolog olması ve psikolojik birikimi onu böyle yazmaya itiyordur belki de. zweig’ın tarzını seviyorum, diğer eserlerinde görüşmek üzere. şimdi bu ay izlediklerime geçelim.
shigatsu wa kimi no uso/ your lie in april/ 2014
dram/romantik türünde yirmi iki bölümlük bir anime. diziyi anlatmadan konusundan bahsedecek olursam, kısaca kaori isimli kemanist bir kızın müziği bırakmış kouse’yi tekrar piyano çalmaya teşvik etmesini anlatıyor. çizimleri, karakterler, hikaye her şeyi ile çok güzeldi. keman ve piyano dinlemeyi çok severim izlerken bunun için de ayrıca keyif aldım. dizi ile ilgili tek sevmediğim kısmı finaliydi, böyle bitmemeliydi. 2016 yılında da filmi yapılmış henüz onu izlemedim ama böyle bir sona tekrar hazır olduğumda izlemek istiyorum. dizi benim için romantik olmasından çok dram ağırlıklıydı. tekrar söylemeliyim ki sonu böyle bitmemeliydi. yeterince meraklandıysanız iyi izlemeler. nisan yalanın şeklinde isimlendirilmesinin sebebini de son bölümde anlıyorsunuz ve bu konuda biraz kaori’ye kırgınım. 8/10 veriyorum, iki puanı finalden kırdım.
wolf children/2012
ben bunu nasıl daha önce izlememiş olabilirim diyerek 10/10 verdiğimi en başından belirtmek isterim. bir annenin iki çocuğunu tek başına yetiştirmesini anlatıyor şeklinde özetleyebilirim. ama bunlar öyle sıradan çocuklar değiller, yarı kurt yarı insan. hana bir kurt nasıl yetiştirilir bilmiyor ve ne yapması gerektiğini o da çocuklarıyla öğreniyor. çocuğu hasta olduğunda veterinere mi doktora mı gitmesi gerektiği ile ilgili yaşadığı ikilem çok üzücüydü ve çaresizliğini izlerken hissettim.
insan evladını kontrol altında tutmak zorken bir de kurt çocuğunuz olduğunu düşünün, komşular bu gürültüye dayanamayarak evden çıkmaları gerektiğini kibarca söylüyorlar. ve hana o esnada bir seçim yapmak zorunda kalıyor. ya çocuklarını insan olarak yetiştirecek ya da onları özgür bir şekilde ne olmak istediklerine kendilerinin karar vereceği bir ortam sunacak. böyle kendimi kaptırdım anlatmaya başladım ama zamanla film yorumu nasıl yapılır öğreneceğimi umuyorum ve hikayenin kalanını size bırakıyorum.
özgürlük, sevgi, anne şefkati, anne çocuk ilişkisi, insanlarla ilişkiler gibi bir çok güzel konuya değiniyor ve her şeyden önce her ebeveyne bunu izletmek isterdim. yine filmin sonunda biraz hayal kırıklığı yaşadığımı belirtmek isterim ama sanırım olması gereken buydu ve hep böyle oluyor. havada kalan anlatılmayan, yarım kalan bazı şeyler vardı bana göre ve kısa bir dizi halinde çekilebilirdi bence hikayeyi tamamlamak adına. muhtemelen birkaç defa daha izlerim ve çevreme izlettiririm.
breakfast club/1985
birbiri ile hiç ortak noktası olmayan muhtemelen okulda birbirlerine bir kere bile selam vermemiş beş gencin bir cumartesi gününü okulda geçirme cezası almaları ile başlıyor film. gençlik filmi izlemeyi çok severim, film zevkine güvendiğim birkaç kişi de önerince izleyeyim dedim ama eksik bir şeyler vardı. izlerken e ne oldu şimdi dedim bir çok yerde belki seksen beş yapımı olduğu içindir, belki o dönem izlesem daha anlamlı gelirdi bilmiyorum ama film kendi vermek istediği herkes farklılıklarıyla güzel, insanları tanımadan onlar hakkında hüküm vermemeliyiz mesajları ile çelişiyordu bence. belki de o mesajı vermek istememişlerdir. oturup sohbet ettikleri bir kısım vardı filmin sonlarına doğru o sahne doğaçlama çekilmiş o ayrıntı hoştu, bir de +büyünce kalbin ölür. –kimin umurunda? +benim umurumda. sahnesi güzeldi. maalesef kendisine 3/10 veriyorum.
yarım bıraktığım birkaç film oldu, tamamını izlemediğim için onlar hakkında bir şey yazmam doğru olmaz. izlerken sıkıldığım şeylerde artık kendimi bitirmek için zorlamıyorum. sonuçta izlenecek birçok içerik bizim ise kısıtlı bir zamanımız var.
yazı sonu şarkısı: şenceylik- kırıldı vazo
Yorumlar
Yorum Gönder