Eylül toparlandı gitti işte/ ekim filan da gider bu gidişle/ tarihe gömülen koca koca atlar/ tarihe gömülür o kadar
okuduklarımla başlayalım o hâlde.
hep genç kalacağım/ sabahattin ali
yapı kredi yayınlarından çıkmış 559 sayfalık bir kitap. bilen bilir ben sabahattin ali’yi çok severim. ama bunu ne zaman söyleyecek olsam karşımdaki hı mavi de huydur şimdi sende diyecekmiş gibi hissediyorum, elbette bu onu sevdiğim gerçeğini değiştirmez. bu kitap mektuplardan oluşuyor, çoğunluğu başkaları tarafından sabahattin ali’ye yazılmış olan mektuplardan. mektup okumayı pek severim ama kitap keşke sırf sabahattin ali’nin yazmış olduğu mektuplardan oluşsaydı. hiç tanımadığım insanların dertlerini meşgalelerini okumaktan zaman zaman sıkıldım ama sabahattin ali’yi tanımak isteyen birisi için güzel bir eserdi diyebilirim.
irade terbiyesi/ jules payot
ediz yayınevinden çıkmış 200 sayfalık bir kitap. bu kitabı almadan önce mümkün olan her iradesizliği gösterdim. ben bu kitabı alıp okumam diyordum, baktım bir arkadaşım kitaplarını satıyor aralarında bu da var herhalde bu bir işaret dedim ve gittim aldım. neyse acelesi yok bu ay okuyacağım kitaplar var zaten bir ara okurum dedim, elimdeki kitap biter bitmez bunu okumaya başladım. bu ayı bir süredir okumadığım ama çok özlediğim yazarlara ayırmıştım (sabahattin ali, dostoyevski, shakespeare), neyse dedim kaçmıyorlar ya bir yere önce bunu okuyayım dedim. kitaba dönecek olursak, gayet güzel akıcı bir anlatımı var. günümüz kişisel gelişim kitapları ile bir tutmak istemiyorum, yıllar önce yazılmış olmasına rağmen günümüzde de güncelliğini koruyan sorunlara değinmiş. ali fuat başgil’in gençlerle baş başa isimli kitabına çok benzer bir tarzda gibi geldi bana, ki sanırım o kitabında irade terbiyesinden bahsediyordu. baktım cemil meriç de övmüş, okusam ne kaybederim dedim okudum. ben de pek bir tesiri olmadı açıkçası, ama lise çağındaki çocukların okuması gerekir diye düşünüyorum. ki zaten bir kitap okudum hayatım değişti yaşlarını çoktan geçtiğimi düşünüyorum.
bu kitapla ilgili asıl konuşmak istediğim kısmı şu “ne yazık ki sınavlar öğrenciyi gerçekten tanımaya veya değerini ortaya çıkarmaya yönelik değildir. sadece hafızaya kaydettikleriyle ilgilenir. bu sınav sistemini biraz düşününce tıp, hukuk, fen bilimleri, tarih öğrencileri yani tüm öğrenciler yıl boyunca ezber bilginin haricinde gerçekten öğrendikleri bilgi miktarının ne kadar az olduğunu itiraf edeceklerdir. okul zavallı gençleri her şeye temas etmeye mecbur bırakınca hiçbir şeyin esasına vakıf olamıyorlar.” bu kitap sanırım 1800’lü yılların sonunda yazılmıştı. ve en azından kendi içinde bulunduğum, yıllardır maruz kaldığım eğitim sisteminin yüz yıl sonra bile hâlâ aynı olması çok üzüntü verici. belki birkaç yıl sonra ben de öğretmen olacağım ama gerçekten öğretebilecek miyim bir şeyler bilmiyorum. en çok ezberleyenin en yüksek puanı aldığı bu sistem benim aklıma mantığıma ters geliyor, hiçbir zaman başarılı bir öğrenci değildim ve oturup ezberlediğim, birbiri ile ilişki kuramadığım bilgiler beni başarıya ulaştıracaksa varsın ben de başarısız olayım hiç gocunmam. (tembelliğime kılıf bulmaya çalışmıyorum hayır asla)
kumarbaz/ fyodor mihayloviç dostoyevski
iş bankası yayınlarından çıkmış 188 sayfalık bir kitap. birkaç aydır dostoyevski okumadığım için kitaba başlamadan önce heyecanlıydım ama hani dostoyevski’nin bir üslubu bir tarzı vardır, bu kitapta o yoktu sanki biraz eksikti bir şeyler. aşkından gözü kör olmuş bir aşığın kumara olan tutkusunu anlatıyor şeklinde özetleyebilirim sanırım. dostoyevski’nin bu kitabı kumar borcunu ödemek için bir ay gibi kısa bir sürede yazmış olduğuna dair birtakım rivayetler var ama ne kadar doğrudur bilemem. ama şunu söyleyebilirim ki, şimdiye kadar okuduğum en düz, en kolay okunulabilen sabah elime alayım akşama bitiririm tarzda olan kitabıydı. “bazen en çılgın, en imkânsız görünen fikir kafanızda öyle kuvvetli bir yer edinir ki, öyle veya böyle gerçekleşeceğini zannedersiniz… dahası bu düşünce şiddetli, güçlü bir arzuya eşlik ediyorsa, bazen onu kaçınılmaz, önceden belirlenmiş, kadere yazılmış, var olmaması gerçekleşmemesi imkansız bir şey gibi kabul edersiniz!” nedense bu satırları okuduktan sonra bunları benim yazmam gerekiyordu hissine kapıldım.
suzan defter/ ayfer tunç
can yayınlarından çıkmış 127 sayfalık bir kitap. aynı gün yaşanan olayları biri erkek biri kadın iki farklı kişinin günlüğünden okuyoruz. olay aynı olsa bile anlatılan farklı oluyor bazen, herkes kendince yazmış günlüğe. kitabın tek sayfalarında birisinin çift sayfalarında diğerinin günlüğünü okuyoruz, kitabın başında sonunda böyle bir uyarı yapılmadığı için acaba basım hatası mı var diye bile düşündüm ama neyse ki çok geçmeden anladım. bir kitaba başlayayım bitirmeden de başından kalkmayayım diyorsanız tam öyle bir kitap. olayları merak ettiriyor, dili çok güzel. ayfer tunç’un diğer kitaplarını da okumak için sabırsızlanıyor, bir alıntı ile bitiriyorum “şimdi günler beni olduğum yer çiviledi. kendi çarmıhımda sızlanıyorum.”
izlediklerime geçebiliriz artık. “allah aşkına birisi bu kıza film eleştirmeyi, film yorumu yazmayı öğretsin” dediğinizi duyar gibiyim ama zamanla daha iyi şeyler ortaya çıkacağına inanmak istiyorum.
500 days of summer/ 2009
birkaç yıl önce televizyonda denk gelmiştim bu filme, ortasından izlemeye başlamış, sonunu göremeden kapatmıştım. izlenecek filmler listem olmasına rağmen her film izleyeceğimde ne izlesem acaba diye boş boş bakınırım, bu da öyle umutsuzca bakınırken aklıma geldi izleyeyim dedim. bu bir aşk hikâyesi değildir diye başlıyor film ve kesinlikle bir aşk hikâyesi değil o konuda hemfikiriz ama ne olduğunu da bilmiyorum. filmi izlerken aldığım notlara baktığımda sonuna çok sinirlendiğimi görebiliyorum. filmde esas çocuk summer isimli esas kızımıza aşık oluyor ve hikaye böyle başlıyor. aslında izlerken hiç sıkılmadım ama sanırım 6/10 vereceğim bu filme.
fight club/ 1999
titanic ve fight club’ı çok zor zamanlarımda izlerim diye saklıyordum, titanic’i geçtiğimiz aylarda izlemiştim sıra fight club’daydı. filmin konusu hakkında söyleyebileceğim tek şey, dövüş kulübünün ilk kuralı: dövüş kulübü hakkında konuşmak yok, dövüş kulübü…… şaka yapıyorum. tüketim kültürü konusunu araştırırken de karşıma çıkan bu film, kapitalizm/ marka eleştirisi yapıyor denilebilir sanırım. ve bunu da garip bir şekilde yapıyor, garip bir sonla bitiyor, ama izlediğim en güzel film sonlarından birisiydi ki ben kolay kolay filmlerin sonunu beğenmem. “reklamlar yüzünden gözümüz sadece araba ve kıyafet görüyor. ihtiyacımız olmayan şeyleri alabilmek için nefret ettiğimiz işler yapıyoruz. tarihin ortanca evlatlarıyız hepimiz. ne bir amacımız var ne de bir yurdumuz var. büyük savaş yok, büyük buhran yok. bizim büyük savaşımız kendi ruhlarımızla, büyük buhranımız ise hayatlarımız.” repliği ile sanırım bu filme 8/10 veriyorum.
my neighbor totoro/ 1988
dünya üzerindeki en sevimli animelerden birisi olabilir. aslında en sevimlisi demek istiyorum ama daha izlemediklerim de olduğu için kesin konuşmak istemem. anneleri hastanede olan iki kız kardeş babaları ile birlikte bir köye yerleşiyor ve bu köyde ormanda yaşayan totoro adında bir canlı ile karşılaşıyorlar. sadece iki kız kardeş görüyorlar totoru’yu, bunu babalarına söyledikleri zaman saçma saçma konuşmayın dememesi, kızlarına siz görüyorsanız vardır şeklinde yaklaşması çok hoştu. daha önce izlediğim bir animeydi zaten ve konusunu, çizimlerini, hissettirdiği duyguları her şeyini çok seviyorum ve 10/10 veriyorum. nedense bu animeyi izledikten sonra her şeyi geride bırakıp şehirden uzak küçük bir köye yerleşme isteği uyanıyor bende.
the social dilemma/ 2020
dilemma kelimesinin ingilizce ’de de dilemma şeklinde olmasına şaşırmakla beraber severek izlediğim bir belgeseldi. hep duyduğumuz sosyal medya kötülemesini bu sefer kullandığımız sosyal medya uygulamalarının eski yöneticileri ya da işin içinde olan kişilerden dinliyoruz ve bu yüzden biraz daha fazla etki bırakıyor insanın üzerinde. sosyal medyanın bizi nasıl yönlendirdiği, fikirlerimizi nasıl yavaş yavaş değiştirdiği, nasıl düşündüğümüze olan etkisi anlatılıyor. “bir ürüne para ödemiyorsanız orada ürün sizsinizdir” şeklinde özetlenebilir sanırım. izlerken birçok yerde not aldım, bitirdikten sonra o geceyi belgesel gecesi ilan edip ailemle bir daha izledim. eleştirebileceğim tek kısmı sanırım netflix belgeseli olduğu için aşağı yukarı aynı mantıkta çalışıyor olmasına rağmen diğerlerini yerden yere vururken netflix’e hiç değinmemesi olabilir. “bisiklet icat edildiğinde kimse rahatsız olmadı değil mi? herkes bisiklete binmeye başladı diye kimse ‘tanrım toplumu mahvettik. bisikletler insanları etkiliyor, çocuklarından koparıyor, demokrasiyi mahvediyor, gerçeği ayırt edemiyoruz artık’ demedi. bisikletle ilgili böyle şeyler demedik hiç. eğer bir şey araçsa sadece orada durup sabırla bekler. eğer araç değilse sizden bir şey talep eder, sizi ayartır, yönlendirir, sizden bir şeyler ister. araç bazlı teknolojiden bağımlılık ve manipülasyon bazlı teknolojiye geçtik.” diyorum ve 9/10 veriyorum, bir puanı netflix’den kırdım.
about time/2013
“-ne iş yapıyorsun? +bir yayınevinde okuyucuyum. –olamaz! hayatını okuyarak mı kazanıyorsun? +evet doğru okuyorum.- hayatını nasıl kazanıyorsun sorusuna nefes alıyorum demeye benziyor” repliğinin geçtiği film işte bu film. sırf bu sahne için başlamıştım filme. bir gün babası tim’i çağırıyor ve bu ailenin erkeklerinin bir sırrı olduğunu, zamanda yolculuk yapabildiklerini söylüyor. aile ilişkilerinin güzel anlatıldığı, içerisinde how long will i love you gibi güzel bir şarkı barındıran sevimli bir filmdi. 8/10 diyelim buna da.
the notebook/2004
sağda solda sürekli övülen, izleyenleri gözyaşlarına boğduğu söylenilen bir film. başrollerinde la la land’dan ryan gosling ve about time’den rachel mcadam var. klişelerden klişe beğendiğimiz bir zengin kız fakir oğlan hikayesi. belki bundan biraz daha fazlasıdır ama çok da fazlası değil. sonunu beğendim bu filmin de, olması gerektiği gibi bitti diyor ve 6/10 veriyorum sanırım.
enola holmes/2020
çıkış tarihi belli olduğundan beri hevesle beklediğim, çıkmasına yakın acaba izlemesem mi diye düşündüğüm bir filmdi. sherlock holmes’ün kız kardeşi enola’nın evden giden annesini arama ve bu yolculukta kendisini bulma hikayesini anlatıyor. eğer zihnimden sherlock holmes ile ilgili şimdiye kadar izlemiş olduğum ve okumuş olduğum her şeyi silersem, bu sadece bir film fazla anlam yükleme sherlock yeni sezon da asla gelmeyecek şeklinde kendime telkinde bulunursam güzel bir filmdi. ayrıca filmin sonlarında giydiği krem rengi elbiseye de bayıldım. sadece sıradan bir film gözüyle bakıyorum ve enola’nın soyadının holmes olduğunu görmezden gelerek 8/10 veriyorum.
bir ayı daha geride bıraktık, bu ay bana sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelmişti ama işte eylülün de sonu geldi. birkaç aydır gelecek yıl olacak olan kpss için çalışmaya çalışıyordum ama bir türlü bir düzene oturtamadım bu çalışmayı. gerek kendi kendime uydurduğum sorunlar, gerek gerçek dünyada da var olan sorunlar beni bir şeyleri ertelemeye ve savsaklamaya itti ki ben buna oldukça meyilliyimdir. umarım ay sonunda okuduklarım konu anlatımlı kitaplardan, izlediklerim ders videolarından oluşmaz. dengeli güzel bir ay geçirmem dileği ile.
yazı sonu şarkısı: bu aralar en çok redd-sevmeden geçer zaman dinliyorum
Yorumlar
Yorum Gönder