gelene geçene kalbimi gösteriyorum/ çıkarıp sımsıkı avuçlarımda/ bütün bir yıl sığınıyorum, biteceğini bile bile/ baharla birlikte uzaklara gidecek kedere
okuduklarım ile başlayalım.
yabancı/ albert camus
can yayınlarından çıkmış, 110 sayfalık kısa bir kitap. yazarın okuduğum ikinci kitabı, sanırım dilini sevmeye başladım. arka kapakta da belirtildiği gibi ana kahraman olan meursault üzerinden 20. yüzyıl insanının topluma yabancılaşması, dış dünyadan kopuşu anlatılıyor. bu genç kahramanımız o kadar rahat, o kadar lafını esirgemez, düşüncelerini öylece açığa vurabilen bir insan ki tüm bu vurdumduymazlığı okurken beni bile çıldırttı. “bir tepki ver bir duygu emaresi göster be adam” diye sarsmak istedim kendisini . tuhaf bir kitaptı, okurken ve bitirdikten sonra kitabın sonu ile ilgili herhangi bir beklentim olmadığını fark ettim. keşke şöyle bitseymiş demedim. kitabın kapağını kapattıktan sonra kafamda hikayeyi devam ettirmedim, ettiremedim. yaşandı ve bitti diye düşündüm.
othello/ william shakespeare
iş bankası yayınlarından çıkmış 157 sayfalık bir kitap. kan, nefret, kıskançlık, hırs bir kitaba dönüşmüş de ismi othello olmuş diyebilirim. othello ve desdemona büyük bir aşk ile evlenir, ıago isimli çavuş da othello’nun yaveri cassio’yu kıskanır ve onun yerinde kendisinin olması gerektiğini düşünür ve herkesi birbirine düşürür. othello’nun bir fırtına sonrası güzeller güzeli desdemona’ya kavuştuğunda söylediği sözlerden alıntı yapmak istedim “ah benim ruhumun sevinci!/ bu huzur gelecekse her fırtınadan sonra/ varsın kopsun kasırgalar ölümü diriltinceye kadar!/ varsın güçlükle yol alan gemi/ tepelere tırmansın olympos kadar yüksek dalgalarla/ ve sonra cenneti cehennemden ayıran uçurum derinliğine insin!/ ölüm en büyük mutluluk olurdu, eğer ölseydim şimdi/ öyle mutluyum ki şu anda/ bu huzuru duyacağımı sanmam geleceğin bilinmeyen yazgısında.” eh tabi insan madem bu denli çok seviyordun o zaman kitap neden böyle bitti diye düşünmeden edemiyor ama ne yapalım shakespeare böyle uygun görmüş. psikolojide othello sendromu ismi verilen bir hastalık da varmış. anladığım kadarıyla kişinin sevdiği insanı kıskanması durumu ama bu elbette abartılı bir kıskançlık, ya benimsin ya toprağın türünde.
clarissa/ stefan zweig
iş bankası yayınlarından çıkmış 177 sayfalık bir kitap. şimdiye kadar okuduğum en kalın ve en sevdiğim zweig kitabı oldu. bir subay kızı olan clarissa’nın yaşadıklarını anlatıyor, baba-kız ilişkisi, yaşanan birinci dünya savaşının etkileri, aşk gibi birçok konuya değiniyor. clarissa birçok kişinin okurken kendisi ile özdeşleştirebileceği bir karakter. “ kendini hissedebiliyordu. göğsünde rüzgarı daha önce hiç olmadığı kadar duyumsuyordu.” cümlelerini okuduğumda clarissa adına çok mutlu oldum, çünkü bu dünyada insana böyle hissettirebilecek şeylerin sayısı çok da fazla değil. zweig bu kitabı daha bitirmeden intihar etmiş ve kitabı bir başkası tamamlayarak yayınlamış. bunu öğrendiğimde zweig’a çok öfkelendim. kitabın bambaşka bir sonu olabilirdi ve biz bundan mahrum kaldık. ve zweig’ın nasıl bir son tasarladığını asla bilemeyeceğiz.
sineklerin tanrısı/ william golding
iş bankası yayınlarından çıkmış 261 sayfalık bir kitap. liseden beri okumayı planladığım kitabı üniversiteyi bitirdikten sonra okuyabildim, ama bu yaşımda okuduğum için memnunum. konusu bir ada var orada mahsur kalan çocuklar var diye aklımda kaldığı için iki yıl okul tatili, robinson crusoe ya da ne bileyim hayy bin yakzan gibi bir şeydir diye düşünüyordum ama bambaşka bir şeyle karşılaştım. bir atom savaşı sırasında çocuklar güvenilir bir yere götürülmek için uçağa bindirilir ancak uçak bir saldırıya uğrar ve mercan adası’na düşerler. 6-12 yaş aralığındaki bu çocukların adeta bir canavara dönüştüğüne şahit oluyoruz. “canavarı gebert! gırtlağını kes! kanını dök!” şeklinde bağırmalarını, domuz avlamalarını ve gün geçtikçe “çocuk masumiyeti” dediğimiz şeyden uzaklaşmalarını okumak biraz ürkütücüydü. medeniyetten, toplumdan uzakta olmak insanın aslına dönmesi içimizdeki saf kötülüğün açığa çıkması vardı kitapta. “jack, hindistan cevizi kabuğunun çentikli kenarlarının üzerinden gözlerini domuzcuk ve ralph’a dikerek içti. sanki iktidar, bilekleri ile dirsekleri arasında kabaran kaslarına yerleşmişti. sanki otorite, küçük bir maymun gibi omuzuna tünemiş, kulağının dibinde geveze geveze konuşuyordu.” bir çocuğun böyle hissediyor olmasını aklım almadı mesela, okuduklarım çocuklardan ziyade büyük insanların yapacağı türden kötülüklerdi sanki. kitapta hiç kız çocuk olmaması da dikkatimi çekti. acaba aralarında kız çocukların da olması durumu nasıl değiştirirdi, yine içlerindeki canavarca hislere yenik düşerler miydi? yaklaşık son 150 sayfayı okurken kitabı elimden bırakamadım ve kitabı bitirdiğimde de hemen kitabı okumuş birisi ile konuşma ihtiyacı hissettim. bana böyle hissettiren kitapları seviyorum aslında ama sineklerin tanrısı muhtemelen bir daha elime alacağım bir kitap olmaz, zaten bir kere okuduktan sonra unutulacak bir kitap da değil.
biraz da filmlerden konuşalım.
groundhog day/1993
bir an önce bitsin de
kurtulayım şu işlerden dediğiniz bir günü tekrar tekrar yaşadığınızı, o döngüye
sıkıştığınızı düşünün. film bunu anlatıyor. her ne kadar türü romantik komedi
de olsa bence çok daha fazlasıydı. “- bir yere sıkışıp kalsaydınız ve her gün
aynı gün olsaydı ne yapardınız? +bu hayatımı iyi özetliyor.” şeklindeki konuşma
da insanı biraz olsun düşünmeye sevk ediyor sanki, en azından ben filmi
durdurup bunları not almak ve biraz düşünmek istedim. çünkü bazı farklılıkları
olsa da günlerim genelde birbirine benzer geçiyor. belki filmle alakasızdır ama
bugün bir konuda bir şey yapmaya başlamazsam yüz gün sonra da o konuda aynı
yerde olacağım, ama her gün küçük de olsa bir şeyler yaparsam yüzüncü günün
sonunda başlangıç noktasından faklı bir yerde olabilirim çünkü o yüz gün her
halükarda geçecek. bu film benim için ara ara açılıp izlenecek filmler listesinde
yerini aldı. bilhassa soğuk bir kış günü bol tarçınlı salebim ile kendi evimde
tekrar izlemek istiyorum. film önerisi için teşekkürlerimizi de ayrıca belirtelim sevgili https://123zerdali.blogspot.com/
hotaru no haka/1988
2. dünya savaşında annesi ve babasını kaybeden abi ile kardeşin hikayesini anlatıyor. abi kardeş teyzelerinin yanına gelseler de teyzelerinin iğneleyici tavırlarından dolayı orada kendilerini rahat hissedemiyorlar, kendilerine küçük bir sığınak bulup orada yaşamaya başlıyorlar. en sarsıcı animasyonlardan birisi olarak kabul ediliyormuş. zaten filmin sonuna kadar direnmiş olsanız bile filmin sonunda özellikle de sizden küçük kardeşleriniz varsa gözyaşlarınızı tutamıyorsunuz. filmi bitirdikten sonra bir daha bu kadar üzücü bir şey izlemek istemiyorum dedim kendi kendime. tüm bunları üzülerek izliyoruz ama yaşamayacağımızın bir garantisi de yok ne yazık ki.
the hundred foot journey/2014
yemek işleri ile ilgilenen hintli hassan ve ailesi üzücü bir olay sonucu fransa’ya gelirler. “aile neredeyse ev oradadır” diyerek memleketlerinden uzakta da olsalar bir restoran açarlar, hem de bulundukları yerin tam karşısında şehrin en iyi restoranı vardır. böylece aralarında tatlı bir rekabet doğar. ilk başlarda biraz tatsız bir rekabet gibi görünüyor olsa da sonuçta işin içinde leziz yemekler var. hep duyduğum “yemekler anılardır” sözü de burada geçiyormuş. uzunca bir süredir izlediğim en güzel, en içten filmdi. içinde yemek olan filmleri seviyorum, sizin de bu tarz film önerileriniz varsa bilmek isterim.
chef/2014
iyi bir restoranda çalışan carl casper iyi bir aşçı olmasına rağmen restoran sahibinin baskıları nedeniyle istediği yemekleri yapamaz ve her ne kadar inkar ediyor olsa da mutsuzdur. yaşadığı olumsuz bir olay sonucu artık buna daha fazla tahammül göstermeyerek işinden istifa eder. bir süre sonra bir yemek arabası alır ve artık kendi işinin patronu olarak oğlu percy ve yakın arkadaşı martin ile birlikte yollara düşerler. filmde beni rahatsız eden tek şey biraz fazla küfür kullanılıyor oluşuydu onun dışında çok keyifli bir filmdi. martin gibi bir arkadaş herkese lazım. çünkü insan bazen desteklenmek istiyor. küçük bir “hadi yaparsın” harekete geçmesi için yeterli olabiliyor. filmi izlerken bu adam bana nereden tanıdık geliyor diye düşünüyordum sonrasında scarlett johanssan ve robert downey jr’ı da görünce iron man’deki adam bu şeklinde bir aydınlanma yaşadım. oğlu yanık bir tostu nasıl olsa para almıyoruz diye servis etmek isteyince aralarında şu diyalog geçiyor: “-bu iş sana sıkıcı mı geliyor? +hayır hoşuma gidiyor. –ama ben aşığım. hayatımda güzel olan her şey bu sayede meydana geldi. hayatımda her şeyi mükemmel yapmamış olabilirim. mükemmel değilim. iyi bir koca değilim. sana iyi bir babalık yapmadıysam da özür dilerim. ama bu işte iyiyim ve bunu seninle paylaşmak istiyorum. bildiklerimi öğretmek istiyorum. yaptığım işle insanların hayatına bir şeyler katıyorum. devam edebilmemi sağlayan şey bu ve buna bayılıyorum.” insanın kendisi için yemek yapması, kendisi için bir şeyler yapması çok güzel bir şey. keşke herkes gönlünün istediği işte çalışıyor olabilse.
madem youtube’da bir şeyler izlemeyi seviyorum neden az takipçili youtube kanalı önerisi yapmayayım diye düşündüm. bazı insanlar çok güzel şeyler yapıyor ama bu maalesef az kişiye ulaşıyor. bu ay önermek istediğim kanal “hayallerimiz kadar yaşıyoruz”. gezdikleri yerleri, yaptıklarını bizlerle paylaşıyorlar. düzenli bir şekilde video paylaşmıyor olsalar da eski videolarını tekrar izlemeyi bile çok seviyorum.
yazı sonu şarkısı: yirmi7- sokak lambası. lisede çok dinlerdim bu grubu epeydir dinlemediğimi fark ettim muhtemel aşktan sonra en çok dinlenilen bilinen şarkısı bu sanırım.
Her ay bıkmadan usanmadan (geçen ay hariç) bu işi yapmanı seviyorum, sen anlatırken kitaplar da filmler de sanki olduğundan daha güzelmiş gibi geliyor, işte bundan dolayı ve genel olarak öyle her şey için teşekkür ederim 🦋
YanıtlaSilher ay bıkmadan usanmadan yazdıklarımı okuduğun için ben teşekkür ederim 💕
SilAy ben duygulanırım :')
Sil