ben bir yabancı buğunun kokusunu alıyorum/ bu kokuyu alıyorsam onulmaz kıskançlık yaramdandır/ benim garipliğime bakma benim kıskançlığıma bakma benim/ incilerin ilk gerçek ve yeni yorumunu bulur gibi oluyorum/ bu inciler denizlerin en karanlık noktalarında bile yoktur/ benim ak ve kara kayalar içinde bulduğum inciler/ bu inciler sen olmasan bende bile yoktur/ oldukları yerde bile
vişne bahçesi/ anton çehov
iş bankası yayınlarından çıkmış 93 sayfalık bir tiyatro metni. epeydir tiyatro okumadığımı fark ettim ve bilirsiniz ki rus edebiyatı kadar sevdiğim çok az şey vardır. tiyatro okurken en sevmediğim şey ilk birkaç sayfada kişilerin isimlerini asla ezberleyemediğim için kim kimdi acaba diyerek kitabın başındaki kişiler kısmına sürekli dönüp bakmaktır. konusuna gelecek olursak çiftlik sahibi andreyevna ranevskaya ve ailesi gün geçtikçe fakirleşiyor olmasına rağmen bu durumu düzeltmek için bir adım atmazlar. kitap sonunda övüle övüle bitirilemeyen, acilen vişne yemeli ve vişne ağaçları arasında dolaşmalıyım hissi uyandıran vişne bahçesinin akıbeti ne oldu o kadarını söylemeyeyim. çehov bu yapıtını komedi olarak nitelendirmiş ancak ben arka kapakta da ismi geçen stanislavski gibi trajedi olduğunu düşünüyorum. ama en nihayetinde koskoca çehov haksız olacak değil ya, üstelik kitabı da o yazmış. “dar kafası, bizim aşkın da üstünde olduğumuzu kavrayamıyor. adına aşk denilen, özgürlüğe ve mutluluğa engel o küçük ve saydam şeyin çevresinden dolanıp geçmek.” bir gün bu oyunu tiyatro sahnesinde izleyeceğim ama o gün ne zaman gelir işte onu kestiremiyorum.
genç werther’in acıları/ johann wolfgang von goethe
iş bankası yayınlarından çıkmış 132 sayfalık bir şaheser. kitap deyip geçiştirmek istemiyorum çünkü hayatımın sonuna dek bıkıp usanmadan yeniden okuyacağım bir kitap. bende başka bir yayınevinin çevirisi vardı, hem iş bankası çevirisi olsun hem de bir kere daha okumaya bahane olsun diye tekrar almıştım bu kitabı. daha önce werther ile ilgili şöyle bir şey yazmıştım “werther, senin hakkında ne hissetmem gerektiğini bilmiyorum. bazen diyorum ki sen de amma abartmışsın, değer miydi? ama bazen de sanki seninle beraber ben de o tabancayı şakağıma dayıyorum.” kitabı hangi ruh hali ile okuduğuma göre değişiyor sanırım kendisi hakkında düşüncelerim. ray bradbury’nin fahrenheit 451’i gibi itfaiyecilerin kitap yaktığı bir evrende distopya içerisinde yaşıyor olsaydık bu kitabı canım pahasına korurdum sanırım. werther’in de söylediği gibi insanın kalbini anlamak olanaksız bir şey ve bu dünyada birinin diğerini anlaması o kadar kolay bir şey değil. o zaman kasvetli sonbahar günlerine yakışır küçük bir alıntı yapayım kitaptan “yaşamımı hareketli kılan mayalı hamurdan yoksunum; gece yarıları beni canlı tutan, sabahları beni uykudan uyandıran dürtüden yoksunum.” ve evet sokakta broşür dağıtır gibi bu kitabı dağıtma isteğimi bastırarak günlerime devam ediyorum.
ölü ozanlar derneği/ n. h. kleinbaum
bilge kültür sanat yayınlarından çıkmış 136 sayfalık bir kitap. welton akademisine john keating isimli bir öğretmen gelir ve yaşadıkları tekdüze hayatın aslında başka türlü de olabileceğini öğrencilere göstermeye çalışır. bu kitabı ilk okuduğumda üniversitedeydim, keşke lisede okumuş olsaydım diyerek hayıflanmıştım. ilk okuduğum zamandan bu zamana dek de kaç kere okudum bilmiyorum. şu aralar lisede çalışan bir öğretmen olarak tekrar okumak istedim.
öğretmenlik meselesine dönecek olursak her açıdan olmasa da birçok açıdan hayal kırıklığı olarak devam ediyor benim için. öğretmenlik hayatımda yaşadığım en kötü on an listesine geçen gün bir anı yerleştirdim mesela. belki öğrenciler günler sonra hiç hatırlamayacak ama ben o an yaşadığım hayal kırıklığını hiçbir zaman unutmayacağım. bu işe başlarken her şeyin harika gitmeyeceğini biliyordum. her öğrencinin kişiliği, her sınıfın dinamiği farklıdır ve zamanla alışırım diyordum ama “sevgi her şeyi kurtarır” mottomdan biraz uzaklaşmam gerekecek sanırım. çünkü bazen ne yaparsan yap olmaz ve kendini ağlayarak ders anlatırken bulabilirsin. çok profesyonelce ve öğretmence bir davranış değildi farkındayım. şu an düşününce komik geliyor ama inanın bana yaşarken oldukça hüzünlü bir andı. benim burada olmamın onlar için hiçbir anlamı yok hissi ile nasıl baş edilir bilmiyorum ama bir şekilde halledeceğim. yaptığım işi iyi yapmak istiyorum, bunun için çaba gösteriyorum “canımı sıktın sana 0 veriyorum” demektense güzellikle bir şeyleri halletmeye çalışıyorum ama daha yolun çok başındayım ve öğrenmem gereken birçok şey var. teoride öğrendiğim her şey pratikte biraz farklı işliyor ve bunu kabullenmem biraz zaman alıyor sanırım. ama bazen de çok güzel geri dönüşler alıyorum ve günüm aniden güzelleşiyor. birileri ile aramda sevgi bağı kurulduğunu hissetmem beni çok mutlu ediyor. tüm çabam boşa değil aslında güzel şeyler de oluyor diye düşünüyorum. “duygusallık iptal” yazıp herhangi bir numaraya göndererek duygusal oluşumuzdan kurtulamıyorsak bununla yaşamayı öğrenmek gerek. ayrıca bu ay hayatımın ilk öğretmenler günümü kutladım. geçenlerde mandalina soyarken kabuklarını kardeşime fırlatıyordum, sonra “ay ben öğretmenim ne yapıyorum?” farkındalığı geldi birden. öğretmen oldum olgunluğu ne zaman yüklenecek merakla bekliyorum.
bir de işin öğrencilik boyutundayım tabi. zaman zaman “benim iktisatta ne işim var? kimse mi bana dur ne yapıyorsun, kendine gel demedi?” diye düşünüyorum. bir şeye başladım ve devamı gelsin istiyorum ama bilmiyorum kendimi bir yerlere, bir işe, bir olaya ait hissetmeye zorlamaktan yoruldum. çünkü belki öyle bir his yoktur ve sadece bir şeyler yapıyoruzdur. bir ay çalışıp kazandığı parayı maksimum iki hafta içinde harcayıp bitiren birisi olarak iktisat benim için doğru alan mıydı gerçekten diye düşünmektense bir ayda kazandığım parayı nasıl daha doğru düzgün harcayabilirim kısmına odaklanırsam belki bir şeyler yoluna girer. köprüde karşılaşan iki inatçı keçi gibi davranmayı bıraktığım gün bir şeyler yoluna girecek inanıyorum, karşımda birisi bile yok kendi kendime inatlaşıyorum çünkü.
bu ay az kitap okuduğum için uzun uzun yazdım ki sanki çok okumuşum gibi hissedeyim. ama bu noktada suçu yüksek lisans derslerine ve ödevlere atabilirim sanırım. minik bir kaosun içinde yaşamaya çalışıyorum ama elbet bunu da halledeceğiz.
5 cm per second/ 2007
lisede çalışınca, liseli görünce insanda istemsizce anime izlemeliyim hissi oluşuyor. yeni bir diziye başlayacak vaktim yoktu hiç yoktan bir film bari izleyeyim dedim.
“-saniyede 5 cm olduğunu söylüyorlar
+neymiş o?
-kiraz çiçeğinin açılma hızı, saniyede 5 cm imiş.” diyalogu ile başlıyor film. üç bölümden oluşan bir mini dizi de diyebiliriz sanırım. takaki ve akari; ailelerinin taşınmış olması sebebiyle birbirlerinden ayrılmak zorunda kalan, birbirlerinden uzaklaşan iki arkadaş. “birbirimizi görebilmemiz için sadece bir trene binmemizin yeterli olacağı günler ne zamana gelecek acaba?” buluşmaya karar verdikleri kısımda o soğuğu ve karı, yetişememe endişesini fazlasıyla hissettim. bunu izleyip de hâlâ kışı sevmeye devam eden kişi kalpsizdir diyebilir miyiz? diyemeyiz. ama hazır kış geliyorken bir kere daha kışı ne kadar çok sevmediğimi belirtmek istedim sadece. filmden son bir alıntı daha paylaşmak istiyorum “ama birbirimize binlerce e-posta göndersek de muhtemelen kalplerimiz birbirine doğru 1 cm bile yaklaşamayacak.” normalde böyle sonları pek sevmem ama bu filmin sonu tam olarak bu olmalıydı sanki.
the garden of words/ 2013
lisede çalışan bir öğretmen ve liseli bir gencin karşılaşması şeklinde özetleyebileceğim bir konusu vardı. konusunu çok saçma bulmakla birlikte görsellerine bayıldığım bir animeydi. keşke bu güzel görsel şöleni böyle bir konuyla harcamamış olsalardı diye düşündüm. “27 yaşındayım ama 12 yıl önceki halime nazaran biraz bile akıllı sayılmam. ben hâlâ ve hâlâ burada aynı yerde dönüp duruyorum.” diyordu bir yerde öğretmen. umarım 27 yaşında gerçekten böyle hissedilmiyordur çünkü o yaşlarda bir şeylerin düzelmiş olacağını umuyorum.
seeking a friend for the end of the world/ 2012
filmin türüne romantik komedi denmiş ama bana dram gibi geldi sanki dokunaklı bir filmdi. keira knightley ve steve carell oynuyor diye izleyeyim demiştim ama konusu da epey ilgimi çekti. aslında tam karantinaya girdiğimiz günlerde izlenebilecek bir filmmiş. dünyanın sonu gelmekte, geri sayım yapılmakta ve herkes istediği gibi davranmaktadır. dodge ve penny bu karmaşada bir şekilde birbirlerini buluyorlar. kalan kısmını da anlatırsam çok tatlı bir film buldum lütfen izle diyerek bıktırdığım arkadaşlarıma ayıp etmiş olurum spoiler vermeyeyim. sadece son sahnenin güzelliğinden, “seni tanıdığıma gerçekten memnun oldum” repliğinden ve the hollies- the air that i breath şarkısından bahsetmek istiyorum.
tick, tick… boom!/ 2021
müzikal film izlemeyi çok severim ve en son izlediğim müzikal filmin la la land olduğunu fark ederek neden yeni bir tane daha izlemeyeyim ki diye düşündüm. andrew garfield’ın başrolde olması ve birkaç aydır bu filmi bekliyor olmam da izleme kararımda etkili oldu tabi ki. 30 yaşına basmasına az kalmış ve hâlâ büyük bir başarı gösterememiş jonathan larson’ın hikayesini izliyoruz. “sevdiklerine harcamayacaksan paranın ne anlamı var?” felsefesini epey sevdim ve evet maaşımın çabuk bitiyor olmasında bu felsefenin de payı büyük. şimdiye kadar anne with an e’den sonra netflix’te izlemiş olduğum en güzel yapımdı. filmin her anı çok dokunaklıydı, aslında izledikten sonra hakkında uzun uzun bir şeyler yazarım kesin diyordum ama ne yazsam tam anlatamayacakmışım gibi hissettim. o hâlde son olarak andrew garfield’ın en iyi spider-man olduğu konusunda anlaşalım ve filmin son sahnesindeki harika şarkıyı yani louder than words’ü dinleyelim.
yazı sonu şarkısı: r.e.m.- everybody hurts
Yüreğinin içi havuçlu tarçınlı kek hamuru kadar karmaşık da olsa bir şekilde senin için en doğru olanı bulacağını biliyorum, çünkü sen güzel kek yapan birisin, kararlar verilir, belki vazgeçilir de sonra, mühim olan yaşadığın her anın içinde kendini barındırman gibi geliyor bana, ayrıca bunlar nasıl güzel yazmaklar sayın teferruat 😍
YanıtlaSiltüm bunlar sana olan sevgimin yanında yalnızca teferruat............
Silbu arada havuçlu tarçınlı cevizli üzümlü kek karmaşası yaşadığımı da belirtmiş olayım*
SilKararı kolay verilir onun, böyle bi şeyi aklından derhal çıkararak çözebiliriz mesela
Sil