alıştık bakıvermeye, az şey mi balkonda deniz/ son gözlerimizi harcadık, en çok da güneşin tuttuğu/ sırası gelmişken söyleyelim de/ biz onunla güneşi suyu aşka çeviriyoruz/ bana uzun mu uzun portakal dilimlerini anlatıyor/ duvarları boyatıyor her sonbaharda/ şimdiyse ne yapalım? bilemiyoruz.

    bu ay okuduğum kitaplar öyle içime sindi ki, sevdiklerime uyumadan önce birkaç sayfa okuyup beni dinlerken içmeleri için ballı süt vermek istedim.

    iki şehrin hikayesi/ charles dickens

    iş bankası yayınlarından çıkmış 505 sayfalık bir roman. fransız ihtilali esnasında iki farklı şehirde yaşananlardan bahsediyor bizlere; paris ve londra. “ gelmiş geçmiş en iyi günlerdi, gelmiş geçmiş en kötü günlerdi; hem bilgelik çağıydı hem ahmaklık; hem inancın devriydi hem şüpheciliğin; hem aydınlık hem karanlık bir mevsimdi; umudun baharı, umutsuzluğun kışıydı; hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu; hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam aksi istikamete-özetle; şu an içinde bulunduğumuz döneme öyle benzer bir dönemdi ki dönemin sesi en çok çıkan otoriteleri bu günler hakkında –olumlu anlamda da, olumsuz anlamda da- ancak ve ancak ‘en’ sözcüğü kullanılarak konuşulabileceğini iddia ediyorlardı.” cümlesi ile başlıyor. sadece bu cümle bile kitabın devamını okumak için yeterli bir sebep aslında. dönemin iktisadi koşullarını anlamak için, iktisadı bir nebze olsun sevebilmek için başlamıştım aslında kitaba ama okurken hiç iktisat ekonomi düşünemedim. gün içinde okumaya vaktim olmuyor diye sabahları erken kalktım kitabı okumak için, oldukça akıcı bir dili vardı ve insan bir sonraki bölümde ne olacak diye merak etmekten kendini alamıyor. bilhassa lucie ve charles arasındaki aşk, lucie ve babası arasındaki ilişki bence ihtilali ve dönemin ağır şartlarını gölgede bırakmıştı. ama elbette dönemin zorlu şartlarını da kesinlikle hissediyorsunuz. aşk ve acımasızlık duyguları oldukça baskındı. belki bu kadar duygusal yaklaşmadan bir kere daha okumalıyımdır bu kitabı bilmiyorum. kitaptan öyle çok alıntı yapmak istiyorum ki yapacağım tek bir alıntıya karar vermek çok zor oldu. “kederli kederli yükseldi güneş; güneş ışıklarının vurduğu hiçbir şey, yüreğindeki iyi niyeti ve sahip olduğu yetenekleri doğru kullanma becerisinden yoksun, kendi iyiliği ve mutluluğuna zerre kadar hayrı olmayan, kendi çürüyüşünün farkında olduğu halde bu çürümenin onu yiyip bitirmesine izin veren bu adam kadar kederli olamazdı.” şimdiden tüm arkadaşlarımdan ‘ya bir kitap var okusana’ ısrarlarım için özür diliyorum, sadece sevdiklerimle sevdiğim şeyler hakkında konuşmayı seviyorum bana kızmayın.

mansfield park/ jane austen

    can yayınlarından çıkmış 509 sayfalık bir roman. sanırım iki ay kadar önce almıştım bu kitabı ama nasıl oldu bilmiyorum tamamen unutmuşum. eğer hayat meşgalesi dediğimiz şey en sevdiğimiz yazarın kitaplarını aldığımızı unutturacak bir şeyse ben böyle bir şey istemiyorum, teşekkürler. baş karakterimiz fanny price, henüz küçük bir kız çocuğuyken zengin teyzesi ve eniştesinin yanına yani bertram ailesine evlatlık olarak veriliyor. öncelikle şunu söylemeliyim ki fanny şimdiye kadar okuduğum austen kitaplarındaki en silik kadın karakterdi. çekingen tavırları, kendisinden bir türlü emin olamayışları zaman zaman beni çıldırtsa da okuması keyifli bir kitaptı. sadece olayların uzun uzun anlatılıp kitaptaki son ve beklediğimiz olayın son yirmi sayfaya sıkıştırılıvermesi hoş değildi, sevgili jane austen, bir beş yüz sayfa daha yazmış olsaydın bile eminim ki keyifle okurduk ama canın sağolsun. kitapta henry karakterine biraz haksızlık yapıldı gibi hissediyorum, her şey güzel giderken karakter gelişimi oldukça olumluyken birden her şeyin suçlusu kabahatlisi oluverdi beyefendi. fanny’nin eş tercihini onaylamamış olsam da mutluysa bize laf söylemek düşmez tabi. “aslında toplumun ahlaksızlığa kestiği cezayı kadınla erkek arasında hakça bölüştürülmesi gerekir, gel gör ki erdemliliğin korunmasında böyle bir yol izlenmediğini hepimiz biliyoruz. dünyamızda cezalar gönlümüzün istediği kadar adil değil, ileride hakça bir dağıtım yolu gerçekleşir mi, onu da bilemeyiz.” sevgili jane, aradan yüz yıllar geçmiş sen bu kitabı 1814’te yazmışsın ama hiçbir şey değişmedi çok üzgünüm. ah bir de “birbirine yakın olan iki yürek bir nikah altında birleşirse evliliğin mutlu bir yaşantı olduğu söylenebilir.” sözünü ileride düğün davetiyeme yazdırmamak için hiçbir sebep göremiyorum.

    bizim büyük çaresizliğimiz/ barış bıçakçı

    iletişim yayınlarından çıkmış 167 sayfalık bir roman. bir an önce bu kitabı okuyayım da filmini de izleyeyim diye neredeyse bir yıldır hevesle bekliyordum. ama kitabı okuduktan sonra filmini izlemek istemedim her şey zihnimde olduğu gibi kalsın istedim. kitaba geçmeden önce, barış bıçakçı’nın ölümü anlatmasını ve bir ölümün ardında bıraktığı hisleri anlatmasını seviyorum. benim ölümümü de o anlatsın isterdim. arkamda hangi detayları bırakacağım, mesela en sevdiğim büskivinin probis olduğu hatırlanacak mı acaba? kitaba geri dönecek olursak kitabın konusunu arka kapağında yazan bir cümle ile anlatmak istiyorum: iki yakın arkadaşın aynı kadına aşık olması ve kahvaltıda peynirin üzerine reçel sürebilme iştahı. bir ölüm ve çevresinde birleşen, birbirine yakınlaşan hayatları anlatıyor. “her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? anılarımızı bir avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?” cümleleri ile başlıyor. bazen kitapların ilk cümlelerine fazla anlam yüklüyormuşum gibi hissediyorum ama olsun, beni bunu yapmaktan alıkoyan bir şey yok en nihayetinde. “ayrıca şu da var: hangimiz yaşamadık, savruluşların sonunda  bizi bekleyen ismimize düzenlenmiş kimlik arayışını? hangimizin kendimizi var etme sorunu olmadı?” cümlesi üzerine minik bir hayat hikayesi bile yazılır ama kitapta birçok cümlenin altını çizdim demekle yetineyim bu sefer.

    yerçekimli karanfil/ edip cansever

    yapı kredi yayınlarından çıkmış 64 sayfalık bir şiir kitabı. epeydir elime bir şiir kitabı alıp okumamıştım sanki o yüzden midir yoksa şiirler mi çok güzeldi bilmiyorum ara ara elime alıp tekrar okumak istedim ay içerisinde. ama tabi koskoca edip cansever yazmış elbette güzel olacak, aksi yönde bir beklentim yoktu zaten. “hey gidi duyumuna yandığımın dünyası/ alıp vereceğin olacak illa/ aşk maşk buz gibi yaşayacaksın.”

    daha çok film izlerim diye düşünüyordum uzun kış gecelerinde ama kendime bir türlü bir filmlik vakit ayıramadığımı fark ettim ve bu beni biraz üzdü.

    burnt/2015

    dram/ komedi türünde içinde yemek olan filmlerden.  bu tarz diğer filmlerde her zaman bir şeyler yeme ihtiyacı hissederdim ama bu filmde hiç şöyle güzel bir şeyler olsa da yesem hissine kapılamadım. sanki her şey hızlıca olup bitti gibi, ama bir taraftan da güzel bir filmdi. şefimiz adam jones kötü alışkanlıklarının esiri olmuş, dalgalanıp da durulmaya karar veren bir şef. geri döndüğünde kimle konuşsa hepsi onun ölmüş olmasını dilediğini söylüyor, pek seveni yok anlaşılan. sonrasında üçüncü yıldızını almaya karar veriyor ve efsane geri dönüyor. şef olup da mutfakta sinirlendikçe izlerken ben gerildim birileri hata yaptıkça, yemek yapmak bu kadar stresli bir olay olmamalı bence. sonrasında helene ile birlikte güzel bir ekip oluyorlar.

adam: pişirmek neyi ifade eder, anlat bana.

helene: en iyi ifadesi birisini aşkla beslemek.

gerçekten de öyle değil midir, sevdiklerim için bir şeyler pişirmeye bayılıyorum. gece üçte de uyusam sabah namazından sonra uyumayıp hamur yoğurmayı, kahvaltıya poğaça yapmayı seviyorum. arkadaşlarımla buluşmaya yanına şiir iliştirilmiş minik keklerle gitmeyi seviyorum. “pişirmek bizim kim olduğumuzu ifade etme şeklimiz.” filme geri dönecek olursak her şeyini kaybettiğini düşünüp en büyük rakibinin restoranında sabahladığı sahne çok hoştu.

    freedom writers/ 2007

    öncelikle lütfen herkes işini gücünü bırakıp bu filmi izlesin. erin öğretmenliğe yeni başlamış oldukça hevesli birisi. ilk işe gideceği sabah giyinip de eşine “bir öğretmen gibi gözüküyor muyum?” dediği sahne ne kadar da tatlıydı. sorunlu öğrencilerin olduğu bir sınıfta öğretmenliğe başlıyor. sınıftaki olaylar karşısında ne yapacağını bilememesi, gözlerindeki böyle olacağını hayal etmemiştim bakışı bana nedense çok tanıdık geldi. izlediğim en güzel öğretmen- öğrenci filmlerindendi, duygu yoğunluğu çok yüksekti. erin ve eşi ile olan ilişkisinin böyle bir yöne evrilmesini hiç beklemiyordum mesela. “sonunda ne yapmam gerektiğini fark ettim ve yaptığım şeyi seviyorum. bu çocukların hayatlarına anlam katmalarına yardım ederken benim hayatımın da bir anlamı oluyor.” dediği sahne öğretmenliği çok güzel tanımlıyordu aslında. öğretmenlik anlam kazandırma hareketi, hem kişinin kendisine hem de etrafındakilere. hevesini kaybetmiş öğretmenleri görünce onlar için mi daha çok üzülüyorum yoksa öğrencilerine mi karar veremiyorum. her öğrenciyi kazanmak, hepsinin bizleri sevmesini sağlamak mümkün değildir herhalde ama bir tatlı dil güler yüz göstermek de çok zor olmamalı sanki. bir öğrenciden güzel  bir şey duyduğumda midemde kelebekler uçuşuyor adeta, kimsenin sevmediği, o sevgiden mahrum öğretmenlere çok üzülüyorum.

    the words/ 2012

    hani sosyal medyada nazende sevgilim şarkısı eşliğinde bir askerin garson kıza güzel bir bakış attığı sahne dolaşıyordu, heh işte o sahne bu filmden. rory jansen büyük bir yazar olmak istiyor ama bütün denemeleri başarısız oluyor. o esnada antikacıdan almış olduğu çantadan bulmuş olduğu kitap taslağını kendi yazmış gibi sunuyor ve bir anda meşhur oluyor. sonrasında kitabın gerçek yazarı ile tanışıyor ve olaylar gelişiyor. asla düşündüğüm gibi birisi olamayacağım hissi ile boğuşan rory bu kitapla her şeyin değişeceğini düşünüyordu sanırım. ama yaşlı adamın da dediği gibi “hepimiz hayatta seçimler yaparız, zor olan onları yaşamaktır.”  keşke bir seçim yapsak ve her şey bir anda yoluna girse, aklımız fikrimiz sürekli karışmasa ve vicdanımız da rahat olsa. “hayatında ilk defa dünyanın doğduğu yerden çok daha büyük olduğunu görmüş ve daha fazlasını istemişti.” diyordu bir sahnede, kitap okurken hissedilen his tam olarak bu değil midir zaten? başka dünyalar, yaşayamayacağımız kadar çok hayat bir anda önümüze seriliyor ve kitapların bu büyüsüne bayılıyorum. son bir şey, filmin sonu çok havada kaldı sanki, taşları bizim yerine oturtmamız beklendi sanırım.

    spider-man: no way home/ 2021

    bu filmle ilgili spoiler vermeden hiçbir şey yazamayacağım karar verdiğim için belki hakkındaki hislerimi daha sonra uzun uzun yazarım, ama çok duygusal bir filmdi. tamam tamam daha fazla bir şey yazmıyorum.

    bir yılın daha sonuna geldik. geriye dönüp baktığımda güzel bir yıldı. birçok yeni kitap okudum, yeni  filmler izledim, yeni insanlarla tanıştım, bir yaş daha  büyüdüm, yeni tecrübeler edindim. beş şehir gez, üç ülke gör, iki dil öğren gibi uçmaktan hallice hedeflere koymayı bıraktığımdan beri hayat çok daha kolay geliyor gözüme. tek ihtiyacım gerçekten rahat bir nefes alabilmek. geçmişe dönüp kendime sarılamıyorum belki ama bugünkü kendimden yüz çevirmeyeyim, elimden geldiğince kendi ellerimi tutmak istiyorum. en azından fırına koymadan önce “senin için her şey çok güzel olsun” dediğim ardından öpücük gönderdiğim keke gösterdiğim şefkati kendime de göstermekten artık çekinmemeliyim mesela. aynadaki kendime bir gülüş bir bakış atmak iki güzel söz söylemek parayla değil ya, öyle olsa bile kendime karşı biraz bonkör davranabilirim. umuyorum ki bu sözler havada kalmaz, havada kalırsa da havada karada kendimi seviyor olurum artık ne yapalım. belki yeni yılda biraz daha az kararsız olmayı hedefleyebilirim. sanki kabardığına emin olduğum puf puf bir pandispanya tarifim var ama gözüm başka bir tarife kaymış sonucu ne olacak belirsiz. denemesem de aklıma takılmış ya bir kere mümkün değil içim rahat etmez. bu hikayedeki pandispanya benim hayatıma tekabül ediyor diyebiliriz sanırım, elimde bir hayat var ve onunla ne yapacağımı bilememek bazen biraz yorucu olabiliyor.

            artık maceranın sonuna gelmiş olsam da bu yıl öğretmen oldum. üç dört aylık bu sürecin bugün sonuna geliyorum. zaman zaman “benim burada olmamın ne anlamı var?” diye hissederek üzüldüğüm, zaman zaman kendimi çok mutlu olduğum ve “benim de elimden bir şeyler geliyor sanırım” diyebildiğim bir süreçti. duygularımı açık ve net bir şekilde dışa vurmayı seviyorum. üzgünsem veya mutluysam bunu bir şekilde belli ederim, kartları açık oynamayı seviyorum. 23 yıllık ömrümde ilk defa insanlara iyi davranıldığı zaman bunun karşılığında bunun bizim görevimizmiş gibi algılandığını öğrendim, üstelik bunu mini mini liselilerden öğreniyorum. mesela istesem sınıfta çıt çıkmaz ben ders anlatırken, sınıfa girdiğim an herkes sessizce yerine oturur ama böyle bir iletişim istemiyorum zaten bunu doğru da bulmuyorum ama sürekli iyi niyetimin suistimal edilmesine de bir noktada artık katlanamamaya başladım sanırım ve bu durum beni üzmeye başladı. bazen öğrenciler bugün bazen sizi koridorda çok üzgün görüyorum diyorlardı. duygularımı saklamayı mı öğrenmem lazım başka türlü davranmayı mı bilmiyorum ama olduğumdan farklı birisine de dönüşmeyi istemiyorum sanırım. her neyse bunları ileride düşünürüz. öğrencilere veda etmek bana düşündüğümden daha zor geliyor sanırım, güzel bir bağ kurmuşum onlarla umarım onlar da öyle hissediyordur. bu yıl ilk veli toplantıma gittim mesela. kocaman kocaman insanlar benim fikrimi sordu bana teşekkür ettiler, ben kimim ki bana teşekkür ediyorsunuz asıl ben teşekkür ediyorum diye yükselmek isterdim ama öğretmenler öyle şeyler yapmaz. gerçi diğer öğretmenler mutfak halısının üzerine uzanıp duygusal çöküş yaşıyor mudur bilmiyorum ama o kadar da olur diyelim.

            yüksek lisans olayına adapte oldum ve biraz alıştım sanırım. bir şey yaparken çok yorgun ve yılmış hissettiğimde kendime hep “bunu yapmak ve kendini yıpratmak zorunda değilsin. istersen şu an bırakabilirsin. içine dert etmene değecek bir şey değil. hâlâ devam etmek istiyor musun?”  diye soruyorum. cevabım evetse devam ediyorum, cevap hayırsa koşarak oradan uzaklaşıyorum. hayat çok kısa, kendimi mutsuzluğa mahkum edecek kadar çok yaşamayacağım ki, böyle bir şey için nereden baksak beş yüz yıl ömrüm olmalı ki mutsuz şeylere de bir şans verebileyim. başladığım işi bitireceğim sanırım bu sefer.

            bu yıl ilk defa bir aile üyesi uzaklara gitti. sofraya bir tabak eksik koymak bile ne kadar üzücü bir şeymiş. kardeşimi çok özlüyorum ve bu yerine başka bir şey koyulup eksikliği giderilebilecek bir şey değil. tek tesellim istediği şey için uzaklarda olması ve yanı başımda bir tane daha kardeşim olması ve tabi diğer aile üyeleri. bu konu beni üzdüğü için kısa kesiyorum.

            daha yazacak bir şeylerim vardır muhakkak ama çok uzattım gibi hissediyorum. 2022’den bir şey beklemiyoruz çünkü yeni yılın bizlere dilediklerimizi verecek gücü yoktur değil mi? umarım istediğim şeyler için daha çok çabaladığım, ertelemeyi bıraktığım bir yıl olur. yarın yeni hayatımın ilk günü demiyoruz, şu an itibariyle yeni hayatımın ilk günü diyoruz.

            yazı sonu şarkısı: teoman- tek başına. bu ay ara ara teoman günü ilan etmiştim aslında ama bu ayı komple teoman ayı ilan etmek istedim. henüz güzelce hepsini dinleyememiş olsam da manga yeni albüm çıkardığı için yılı manga yılı ilan edebiliriz ama bilmiyorum ona henüz karar veremedim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

balığın batması ve yan gitmesi hakkında bazı mülahazalar

arkadaşın ne yapıyorsun dediğinde hiç öyle bildiğin gibi aynı şeyler evdeyim deme yarışına katıldın ama rakibin benim

“alo iyi günler ben potansiyelimi harcamak istiyordum da nereye başvurabilirim? evet evet tek çekim olacak hepsini harcamak istiyorum.”