gün biter gülüşün kalır bende/ anılar gibi sürüklenir bulutlar/ ömrümüz ayrılıklar toplamıdır / yarım kalan bir şiir belki de/ aykırı anlamlar arayıp durma/ güz biter sular köpürür de/ kapanmaz gülüşünün açtığı yara/ uçurum olur cellat olur her gece/ her gece yeniden bir talan başlar/ acı ses olur, ses deli bir yağmur/ eski bir eylüle gireriz böylece/ sığındığım her yer adınla anılır/ ben girerim, sokağı devriyeler basar/ bir de gülüşün eklenir kimliğime
yeni yıla dünyayı kurtaracakmışım gibi makale okuyarak girmişim yanlışlıkla. oysa planım avrupa yakası yılbaşı bölümlerini izlemekti ama neyse ki sonrasında hemen telafi ettim bu yanlışlığı.
sanırım daha somut
başarılar görmek istiyorum artık hayatımda. hamuruna zencefil ve tarçın
kattığım güzeller güzeli bir elmalı kurabiye yapmak gibi küçük başarılarım var
kıyıda köşede ama böyle daha dolu dolu bir şeyler istiyorum sanırım. her gece
tamam bugün erken yatıyorum diyip de gecenin üç buçuğunda dördünde arkadaşıma
iyi geceler yazmakla sonuçlanan gelgitler sonucu bir aylık çabayla artık
vakitlice yatamasam da vakitlice kalkmayı öğrendim. yirmi beş yaşımda kendimi
yüksek lisansı bitirmiş, atanmış öğretmen olmuş iş güç sahibi olmuş birisi
olarak görmek istiyorum artık, evimin direği olayım. ondan sonraki yıl
hayatımın aşkını bulurum, bir yıl sonra da evlenirim zaten. evet, hayatımın
kalkınma planı bu kadardı ve bakalım hayat ben planlar yaparken başıma gelenler
olarak nasıl bir yol izleyecek onu da bekleyip göreceğim. bir de canım izmir
lokması istiyor ne zamandır, belki bir arkadaşımı kandırırsam günübirlik gider
geliriz, en olmadı artık tek başıma gider lokmamı yer dönerim ne yapalım. belki
kendime doğum günü hediyesi yaparım bu fikri, onu da artık zaman gösterecek.
iki birey düşünelim,
ikisi de ailesinin yanında yaşayan iki yüksek lisans öğrencisi. hemen hemen
benzer şartlara sahip olsunlar. aralarındaki tek fark cinsiyetleri; birisi
kadın diğeri erkek. sizce bu iki öğrenciden hangisi “ne zaman yemeğin yanına
pilav yapacaksın?” sorusuna maruz kalıyordur? yanlış anlaşılmasın ben iş
yapmaktan şikayetçi değilim, erkeklerin bu sorudan mahrum kalması beni üzüyor.
bu arada itiraf vakti, geçenlerde yaptığım pilavın pirinçlerini yıkamayı
unuttum. pirinçleri güzelce yağda kavurdum, üzerine biraz tereyağı katıp biraz
daha kavurdum, tuzunu ekledim, suyunu katmadan önce aklıma geldi “aaaa bu
pirinçlerin başka bir su daha görmesi gerekiyordu” dedim kendi kendime. neyse
canımdan kıymetli değil sonuçta, şöyle bir kontrol ettim dünyanın sonu da
gelmedi kıyamet de kopmadı. ay pilavın kötü olmuştur öyle diyebilirsiniz, benim
yaptığım pilavlar zaten genelde iyi olmaz o yüzden pek de bir sorun teşkil
etmemiştir diye düşünüyorum. pilav yapmayı bilmiyorsun zaten öyle pilav mı
yapılır diyebilirsiniz, demeseniz daha tatlı olur sanki. ileride müstakbel eşim
bu satırları okuyup aaaa bak eskiden pilav yapamıyormuşsun şimdi misler gibi
yapıyorsun der umarım, belki de hâlâ yapmıyorsun der. öyle derse de tamam sen
yap o zaman bundan sonra derim mecburen. neyse belki de demem daha yumuşak
huylu birisi olmak için çabalıyorum. zaten önemli olan ne pişirirsek pişirelim
içine sevgimizi katmamız değil mi? pilav lapa olmuş, yemeğin suyu az olmuş,
sarmanın içi pişmemiş, salatanın tuzu çok olmuş bunlar hep küçük detaylar. en
son çorba yaparken de çorbayı karıştırdığım kaşığı çorbanın içine düşürmüştüm,
belki de herkes yemek yapmamalıdır. tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de mücver
yapmaya giriştim. hayatında ilk defa mücver yapan birisine bir öğüt verebilecek
olsaydım o da beş tane kabak rendelememesi olurdu. kızartırken sonsuza kadar
ocağın başında dikilip mücver pişirmeye çalışacağım sandım, zor oldu ama bitti.
ev halkından birisinin gelip de bak o şöyle yapılır yanlış yapıyorsun demesini
çok bekledim, çünkü birisi gelip böyle bir şeyler deseydi iyi sen pişir o zaman
diyip mutfağı terk edecektim ama maalesef. birkaç damla yağ sıçramasıyla
kurtulduk diyelim. içi hâlâ biraz pişmemiş gibiydi ama evde ben hariç herkes
hasta olduğu için ağızlarının tadı olmadığından fark etmemiş olabilirler,
hiçbir beklentileri olmadığı için önlerine iyi kötü bir şey geldiğine şükretmiş
olabilirler ya da bir yıllık yetkili evli ve mutlu arkadaşımın dediği gibi
mücverin içi biraz nemli kalıyordur ve yumurta ve un kokmadığı sürece sorun yoktur,
ben kendisine güvenmeyi tercih ediyorum. hiç yemek yapamıyor da değilim
sonuçta, iki üç çeşit çorba ve makarna hayatta kalmak için yeterlidir. ve bir
de eğer çok zor durumda değilseniz, yani mesela ölümle tehdit edilmiyorsanız
pirinç unu ile sütlaç yapmayın. sütlaç tarifi ararken nişasta yerine pirinç unu
katılan bir tarife denk geldim, tarifte nişasta ile sütlaç olmaz diyordu bir
bildiği var gibiydi. daha öncesinde sütlaç yemiş birisi olarak süt+ pirinç+
şeker+ pirinç unu karışımını sütlaç olarak değerlendirebileceğimizi
düşünmüyorum. canım bol tarçınlı bir sütlaç yemek istemişti sadece, umarım
yemek tarifi yazan kadının duygularımla oynadığına değmiştir bu tarif.
gece üçte dörtte uyuyunca
haliyle sabah namazına kalkmak da biraz imkansız oluyor, ya alarmı duymuyorum
ya da üç saniye gözümü dinlendirip hemen kalkacağım diyor ve asla kalkmıyorum.
sabah namazı dışında da namaz konusundan bazen isteksiz davrandığım çok geç
vakte bıraktığım oluyordu son zamanlarda, olur bazen öyle insanlık hali
diyelim. bakara suresi 45. ayette “sabır ve namazla allah’tan yardım isteyin.
şüphesiz bunlar allah’a huşu ile boyun eğenlerden başkasına ağır gelir.” diyor.
sanırım bazen bazı ayetleri tekrar okumak, panoya iğneyle çiçek tutturur gibi
hayatımıza iliştirmek gerekiyor. üniversitedeyken bazı hocalar ya da bazı
öğrenciler az müslümanmışım gibi hissettiriyordu bana. böyle söyleyince de
biraz tuhaf oldu ama mesela pantolon giydiğim için birisi beni eleştirmişti.
bir kere de dini kitaplar okumak yerine roman okuduğum için bir eleştiri
almıştım. bazen hocalar bunu bilmiyorsanız burada ne işiniz var diyordu
(öğrenmek için gelmiş olabilir miyiz?). ya da karşı cinsten birisiyle
konuşurken görülmek hemen hemen adam bıçaklarken görülmekle eşdeğer bir etki
yaratıyordu. kadın ve erkeği birbirinden bu kadar ayrıştırmak, iletişim
kurmanın bu kadar ayıp karşılanması bana tuhaf geliyor açıkçası. belli başlı
sınırları koruduktan sonra aklı başında iki insanın arkadaş olması, konuşması,
birbirlerini desteklemeleri benim için gayet normal bir durum. normal görmeyene
de saygı duyarım ama onlar da bana saygı duyarsa sevinirim. o zamanlar çok
sorguladığım olmuştu ben beceremiyor muyum acaba bu müslüman olma işini diye
ama şimdi hiç de öyle düşünmüyorum. hâlâ eksik ve yanlış yaptığım şeyler var, bilinçsizce
yaptığım hatalar da vardır ama müslüman oldum bitti tamam diye bir şey
olmadığını biliyorum artık, bu ömür boyu devam eden bir süreç. bazılarından
duyuyorum mesela namaz kılmayan birisiyle evlenmem diyorlar. bir insanın namaz
kılıyor olması tabi ki çok güzel, ama bu tamamen kişiyle allah arasında olan
bir durum. ibadet insanın hayatını güzelleştirir diyebilirsiniz, beş vakit
namazını kıldığı halde bunun hayatına hiçbir güzellik yansıtmadığını gördüğüm
insanlar da var ne yazık ki. o yüzden sanırım önemli olan kalp temizliği,
sonrası bir şekilde oluyor. insan ocak ayının güneşli bir cumartesi sabahı
namazdan sonra bir bardak ıhlamur demleyip bir şeylere yeniden başlayabiliyor.
(ileride bir kitap yazarsam ilk cümlesi bu olsun (endişelenmeyin kitap yazmayacağım)
(neyse bir hadsizlik yapar yazarsam da bunun içine kesilen ağaca yazık diye
yükselebilirsiniz) (parantez içinde parantez açmak ne kadar eğlenceliymiş ama
böyle de ucu bucağı gelmeyecek) (tamam bu sondu)). neyle meşgul olursak, neye
vakit ayırırsak zihnimiz arka planda onunla ilgili düşünmeye devam ediyor.
mesela her ay düzenli yazı yazarsam bir şey gördüğümde ya da bir şey
yaşadığımda “ha bak bunla ilgili bir şeyler yazabilirim” diye düşünüyorum. ya
da okuduklarım, üzerine çalıştığım şeyler bambaşka bir şeyle ilgilenirken
yapboz parçası gibi birleşiyor sanki ve ortaya bir şeyler çıkıyor. bu hissi
seviyorum ve keşke sürekli işe yarar şeylerle meşgul olabilsek.
geçen yıl değil ondan
önceki yıl hemen hemen her ay okuduğum izlediğim şeyleri buraya kaydetmiş,
onlarla ilgili bir şey yazmıştım. bunu yapmayı özlediğimi fark ettim. okuyup
izlediklerimiz hakkında konuşabileceğimiz birisi yoksa neden kendi kendimize
konuşup bunu yazıya dökmeyelim ki? bu konuda yoğun bir ısrar da alınca (bir
kişi, o da annem) bu yıl da yazmaya karar verdim sanırım ilerleyen süreçte eğer
fikrim değişmezse. o zaman okuduklarımla başlayayım.
yol/ birhan keskin
metis yayınlarından
çıkmış 73 sayfalık bir şiir kitabı. ayrıca 2023 yılında almış olduğum ilk kitap
oluşuyla da kişisel tarihimde bir yere sahip. “katlanan, insanın birbirine
yapışan yaralarından/ bir yuva inşa etmektir aşk da, varla yok arasından/ ve
ahşabı kemiren de ahşaba dahildir,/ değil dışarıdan./ beyhude insanın yuva
arayışı ama/ yine de yuva arar insan.” bu dizeler çok hoşuma gitmişti, hangi
kitapta geçiyor bir bakayım demiştim ve hiç birhan keskin şiir kitabım
olmadığını fark ettim. evet, hâlâ okumadığım kitaplar olduğu halde kitap
sipariş ettim ama gördüğünüz üzere bunu yapmak için çok mantıklı bir sebebim
vardı.
müslüman kadının
kurtarılmaya ihtiyacı var mı?/ lila abu-lughod
ketebe yayınlarından
çıkmış 338 sayfalık bir araştırma/ inceleme kitabı. aslında yazacağım tez için
okuduğum kitaplarla ilgili bir şey yazmayı düşünmüyordum ama bu kitaptan
bahsetmek istedim. yazar kitabın ilk sayfasında mısır’da yaşayan zeynep’le olan
sohbetinden bir kısmı paylaşıyor “kibarca bana yeni araştırmamın konusunun ne
olduğunu sordu. ona batı’daki insanların müslüman kadının baskı altında
olduğuna nasıl inandıklarıyla ilgili bir kitap yazmakta olduğumu söyledim.
zeynep itiraz etti ‘ama pek çok kadın baskı altındadır. pek çok farklı şekilde
haklarını alamazlar; işte, eğitimde..’ onun coşkusu beni şaşırtmıştı. ‘ama
sebep islam mı?’ diye sordum ‘onlar bu kadınların islam tarafından baskı altında
tutulduğuna inanıyorlar.’ şok geçirme sırası zeynep’teydi. ‘ne? elbette ki
değil. sebebi hükümet.’ diye açıkladı.”
kitapta batı’nın bir müslüman kadın algısı olduğundan bahsediyor.
müslüman kadının hakları olmadığını düşünen, başörtüyü zorla taktıklarını
düşünen bir batı. müslüman kadın batılı kadının tam zıddı olarak resmediliyor;
“hapsedilmiş, eve kapatılmış, örtülmüş, yük hayvanı gibi davranılan mağdur
kurbanlar ya da haremlerdeki köleler”. kitap kurtarmakla kastedilenin ne
olduğunu sorguluyor “afgan kadınları yalnızca ‘bizim gibi’ olmadıkları için mi
özgürleştireceğiz yoksa taliban’dan özgürleştirildikten sonra da kendileri için
bizim onlar için istediklerimizden farklı şeyler istediklerini kabul etmeli
miyiz?”. batı’nın baktığı noktadan iyi görülen şeyin, müslüman kadınlar için
bir kurtuluş olarak görülmediği ihtimalinin hesaba katılmadan yürütülen onca
kampanyadan, feminist hareketten bahsediyor kitapta. kurtarmaktan kasıt
islam’dan ve inançlardan ayrıştırmak olarak kabul ediliyor, oysa o kadının taktığı
peçeden bizlere belki abartılı gelen burkadan bir şikayeti yok tüm bunlar
kadının doğduğu coğrafyanın, yaşadığı kültürün bir parçası olabiliyor veya
kadın kendisini bu şekilde daha rahat hissedebiliyor. yani sorun islam’da değil
islam’ın uygulanış şeklinde, islam’ın kadına verdiği haklardan mevcut hükümet
sebebiyle mahrum kalmakta. burada durum müslüman kadını kurtarmaktan ziyade
müslüman kadını kültüründen kurtarma politikasına dönüşüyor. israil’in gazze’ye
olan saldırısından bahsederek şöyle diyor kitapta “1300’den fazla filistinli
öldürüldü. kaç tanesi kadındı? o zaman kendime şunu sordum: bu kadar önemli
sayıda müslüman kadın öldürülürken veya acı çektirilirken ‘küresel feminist
kampanya’ neredeydi?” bunca sivil toplum kuruluşlarının, bunca kampanyanın tüm
bu olup bitenlerden habersiz olması mümkün olmayacağına göre bu noktada başka
soru işaretleri de çıkıyor karşımıza. dünyanın her yerinde dininden,
milliyetinden ve cinsiyetinde bağımsız birçok insan acı çekiyor ve kötü
olaylara maruz kalıyor. eğer birisi bir şeyden kurtulacaksa bu küresel bir
kurtarma eylemi olmalı ve müslüman veya kadın kelimeleriyle
sınırlandırılmamalı. çünkü bu olaylara sadece müslüman kadınlar maruz kalmıyor,
tüm bu yaşananları müslüman kadınlara özgü kılarsak, kadınların kurtarılması
gereken şey dinmiş gibi gözükmeye devam edecektir. kitapla ilgili yazmak
değinmek istediğim birçok farklı şey var aslında ama uzun bile yazdım. benim
için bazı şeylere daha farklı bakmamı sağlayan, kafamda bazı soru işaretleri
oluşturan ve araştırmaya sevk eden, bu açıdan da bakmamız gerekir dedirten, el
altında birkaç tane bulundurup arkadaşlarıma hediye etmek isteyeceğim türden
bir kitaptı.
franny ve zooey/ j. d.
salinger
yapı kredi yayınlarından
çıkmış 151 sayfalık bir öykü kitabı. franny ve zooey iki kardeş. kitap iki
bölümden oluşuyor, önce franny’nin başından geçen bir olay var ve ikinci
bölümde de zooey’le karşılaşıyoruz. severek takip ettiğim birkaç kişinin çok
överek önerdiği bir kitaptı ve bir yıldır da aklımdaydı sürekli ama ne zaman
kitap alacak olsam neyse kalsın şimdilik dediğim bir kitaptı, neden bilmiyorum
bir türlü elim gitmemişti. hem yeni bir yazar tanımış olayım hem de artık
okuyayım da zihnimin bir köşesinde yer dinmeyi bıraksın diye düşünerek aldım
okumaya başladım. herkese önereceğim bir kitap mı? hayır. sevdim mi?
bilmiyorum. yazarın anlatım tarzını ve dilini sevdim, anlattığı olaylar
yaşanırken ben de orada gibi hissettim, etrafta olup biten var olan şeyleri
zihnimde betimleyebiliyordum ve bunu yapan kitapları seviyorum. franny’nin
abisi zooey ile sohbetini okumak da güzeldi. kitaba hâkim olan bir melankoli
hissi, bir çöküş vardı. insan her ikisine de sarılmak istiyor. bir şey eksik
gibi geldi, belki ben derinliğini anlayamamış olabilirim. annesinin neden
evlenmiyorsun sorusuna zooey “tren seyahatlerinden fazlasıyla hoşlanıyorum,
evlendiğin zaman pencere kenarında hiç oturamıyorsun artık.” diye bir cevap
vermişti. evet cam kenarını başka birisine vermek herhalde sadece çok sevdiğin
zaman mümkün olabilir, ama her halükârda büyük bir fedakârlık.
mahkemelerde/ sabahattin
ali
yapı kredi yayınlarından
çıkmış 153 sayfalık bir kitap. kitapta sabahattin ali’nin mahkemelerde yapmış
olduğu savunmaların, ona karşı yöneltilen suçlamaların belgeleri bulunuyor. son
birkaç yıldır her yılın başında bu yıl sabahattin ali’nin okumadığım
kitaplarını okuyup bitireyim diyorum ama bu planım başarısızlıkla sonuçlanıyor,
hepsini okuyup tüketmek istemiyorum sanırım. ama bu yıl çok kararlı gibiyim bu
iş için, bütün kitaplarını okumak bir yazara veda etmek demek değildir çünkü
tekrar tekrar okuyabiliriz ve hayatımın en azından kitap okuduğum kısmında bu
kadar duygusal davranmaktan vazgeçebilirim. bir taraftan da en sevdiğim türk
yazar olduğu için kendisine biraz iltimas geçebilirim bence. hâlâ yaşıyor
olmasını ve kendisiyle tanışmayı çok isterdim ama muhtemelen şu an epey yaşlı
olurdu. günümüz yazarlarından olsaydı kesin aşık olurdum zaten, kelimelerini ve
kelimelerinin uyandırdığı hisleri seviyorum çünkü. esirler adındaki bir
oyununda şöyle bir kısım vardı; “sen, sana bakanlara yaşamak, namütenahi
yaşamak arzusu veren bir çiçeksin; bu çiçeği soldurmak kendi hayatına kastetmek
değil midir? hayatın tahammül edilmez meşakkatleri yüzünden kafaları ölüm
düşüncesiyle dolanlar sana bir kere baksalar bu düşüncelerin acayip bir rüzgar
tarafından sürükleniyormuş gibi kaybolduğunu ve içlerinin tatlı bir teselli ve
ümitle dolduğunu görürler. ağlayanların dudaklarını neşeli bir tebessümle
kıvırmak için senin güzel sesinin duyulması kafidir.” kelimelerin böyle güzel
bir araya getirilmesi benim için hayranlık uyandırıcı. evet mahkemeye yazmış
olduğu belgeleri dilekçeleri okuyacak kadar çok seviyorum ve bu kadar
sabahattin ali övücülüğünden sonra kitaba geri dönüyorum. kitapta beni en çok
şaşırtan şey kuyucaklı yusuf adlı romanının toplatılarak aile hayatı ve
askerlik aleyhinde olduğu gerekçesiyle mahkemeye verilmesi oldu. en sevdiğim
kitabının böyle bir muamele görmesine üzüldüm ve manasız buldum, zaten
adamcağız şunun şurasında kırk bir yıl yaşamış onda da bunlarla uğraşmak zorunda
kalmış. “son günlerde kendi kendimle çok muhasebe ettim, acaba ben mi haksızım,
acaba taraftarı olduğum fikirler mi yanlış diye çok düşündüm, uykusuz geceler
geçirdim. fakat karşı tarafın mücadele metotlarına bir göz atınca, onların
haklı olmasına imkan olmadığı neticesine vardım. haklı olanlar bu yoldan
yürüyemezlerdi, hayır, hak hiçbir zaman söz ve fikir tarafını bırakıp tekme ve
balyoz tarafını tutmuş olamazdı.” böyle nahif bir adamı mahkemeye vermeye,
şikayetçi olmaya gerek var mıydı hiç bilmiyorum.
eskiden olsa neden bu
kadar az okumuşum derdim ama artık sevdiğim şeyleri yapmak için ekstra vakit
ayırmam gereken yaşlardayım sanırım. çok yoğun bir şekilde ders de çalışmıyorum
aslında ama biraz ondan biraz şundan derken gün bitiveriyor. ama yine de kendime
vakit ayırabilme lüksünü kendime tanıyabildiğim için oldukça mutluyum, çünkü
bence bu da bir ihtiyaç. çok yoğun olduğum, sevdiklerime ve kendime vakit
ayıramadığım bir hayat benim için çok zor olurdu sanırım. her şeye vakit
ayırmaya çalışmak da biraz yorucu oluyor ama olsun, tatlı bir yorgunluk
diyelim. haftaya tatlı bir başlangıç yapmak adına pazar akşamlarını da film
akşamları yaptım, pek bir şey izlemedim bu ay ama birazcık da onlardan
bahsedeyim.
edebiyat ve patates
turtası derneği/ film
2018 yapımı bir film. bir
iki yıl kadar önce ismini duyduğumdan beri dikkatimi çeken hatta bir kere
başlayıp neden hatırlamıyorum ikinci dakikasından sonra kapattığım bir filmdi.
evet her insan hayatında en azından bir kez böyle korkunç hatalar yapar,
korkunç hata diyorum çünkü filme bayıldım. geçtiğimiz aralık ayında izlemiştim
aslında ama bu ay bir daha izlemek istedim. yetmedi arkadaşlarıma tavsiye
ettim, henüz izlediklerine dair bir geri dönüş alamadım ama mecburen biraz daha
huzursuz edeceğim kendilerini bu konuda. 2. dünya savaşı sırasında guernsey
adası alman işgaline uğruyor. adadan bir grup insan edebiyat ve patates turtası
adlı bir kitap kulübü kuruyorlar. bu kulübün üyelerinde olan dawsey, ikinci el
olarak bulduğu bir kitabın kapağında juliet’in adını ve adresini görünce ona
bir mektup yazmaya karar veriyor ve bir kitap almak istediğini, yardımcı olup
olamayacağını soruyor. juliet’in kitabı ona hediye olarak göndermesiyle
arkadaşlıkları pekişmiş oluyor ve dawsey bir mektubunda kulüpten şöyle
bahsediyor “kitap kulübündeki cuma günleri tek sığınağımız oldu. gitgide
karanlıklaşan dünyayı hissetmeni sağlayan gizli bir özgürlük. yeni dünyaları
görmek için sadece bir muma ihtiyaç vardır, topluluğumuzda bunu bulduk.” juliet
bunun üzerine kitaplar benim de sığınağım diyerek kendisini adaya davet
ettiriyor. bu arada juliet ilhamını kaybettiğini düşünen bir yazar, adaya
giderse o insanların ona ilham verebileceğini düşünüyor. film kitapların
insanları bir araya getirme gücünden çok tatlı bir şekilde bahsediyor ve ben de
buna çok inanırım. o yüzden kitap hediye etmeyi çok severim ve her kitabın bir
vakti olduğunu düşünüyorum. bazı kitaplarla yolumuz öyle zamanlarda kesişiyor
ki o an tam da ihtiyacımız olan cümleler karşımıza dizilmiş oluyor sanki. bir
başkasına kendi okuduğum, satırlarının altını çizdiğim bir kitabı vermek sanki
kalbimi açıp da bak ben böyle hissediyorum demişim gibi, kendimden bir parçayı
sunmuşum gibi hissettiriyor. bu yüzden kendi okuduğum kitapları genellikle
kimseye vermem. ama birisine kitap hediye ediyorsam da genellikle çok sevdiğim
birkaç satırın altını çizer öyle hediye ederim. çok da yakın olmadığım
birisinin kitaplığımın karşısında geçip de kitaplarımı karıştırması o yüzden
beni biraz tedirgin ediyor. içinde not var mıydı, hangi satırın altını çizmiştim,
herhangi bir yerine bir şeyler yazmış mıydım diye düşünmeye başlıyorum. aslında
hiç de evhamlı gizli saklı birisi değilimdir ama bunun beni bu kadar rahatsız
ettiğini şu an fark ettim, bana da sürpriz oldu en iyisi filme geri dönelim.
juliet adadakilerin yanında yalnızca ilham değil kendisini de buluyor. juliet
bir mektubunda “daha tanışmadan birine ait olunabileceğine inanıyor musunuz?
öyleyse ya ben siz aitim ya da siz bana. belki de guernsey’deki ruha aitim. bu
bana göre aile tanımına en yakın şey.” diyor, kan bağı dışında aile olmak demek
benim için de kesinlikle aidiyet hissini beraberinde getiriyor. çünkü insan ait
hissedemediği bir yerde sevgiyi de hissedemiyor ve karşısındakine huzur ve
mutluluk sunamıyor. bir de her türlü ilişkide net olmak, kelimelerin arkasına
saklanmamak, ya şöyle dedi ama acaba şunu mu kastetmişti diye düşündürmemek de
çok önemli bence. sıcacık sonuyla muhtemelen birkaç defa daha izleyeceğim güzel
bir filmdi. nahif, zarif, ince düşünülmüş şeyleri seviyorum ve bu film bence
tam da öyleydi. artık böyle şeylerle günlük hayatta pek karşılaşamayabiliyoruz
ama o başka bir yazının konusu olsun. bir kitaptan uyarlanmış film yapılmış,
bunu filmi izledikten sonra öğrendim eğer bilseydim öncesinde kitabı okurdum
ama hâlâ geç değil.
my liberation notes/ dizi
2022 yapımı 16 bölümlük
bir kore dizisi. çok uzun bir kore dizisi izleme geçmişim yoktur, üç beş tane
ancak izlemişimdir ama bu dizi konusu itibariyle diğer izlediklerimde
farklıydı. daha hayatın içinden, daha gerçekçiydi. tabi başroldeki adamın
sonradan öğrendiğimiz asıl işi her gün denk gediğimiz işlerden değildi, orası
ayrı. aşk, aile ve arkadaşlık ilişkileri konusunda gündelik hayatta da
karşılaşabileceğimiz türden bir diziydi benim için. birbirinden farklı iki kız
kardeş, onlardan tamamen farklı bir erkek kardeş, arayı bulmaya çalışan bir
anne ve sessiz bir babadan oluşan beş kişilik bir aile ve bir de onların
yanında yardımcı olarak çalışan birisi etrafında şekilleniyor olaylar. aile
bağlarının bu kadar kopuk olması ilk başta biraz tuhaf gelmişti izlerken. aynı
otobüste yan yana oturmuyorlar, aynı durakta inip eve kadar birisi önde birisi
arkada hiç konuşmadan yürüyorlar o uzun yolu. yedinci bölümde “zamandan tamamen
özgür kalamayabilirim ama elimden geleni yapıp dinlensem ve yeterince uyuduktan
sonra uyansam bu şekilde kendi ritmimi bulmak en çok ihtiyacım olan özgürlük
olabilir” gibi bir cümle geçiyordu, kendi ritmini bulmak, kendi hayat akışını
yakalayabilmek öyle güzel ve kıymetli ki, insan bazen kendi hayatına geç kalmış
gibi hissedebiliyor. oysa belki de sadece o ritmi yakalayamamıştır henüz, o da
biraz çabayla olacaktır. elimden geleni yaptı rahatlığıyla başımı yastığa
koymayı seviyorum. evet o kek için elimden geleni yapmıştım; fırını önceden
açtım, yumurta ile şekeri yeterince çırptım, unu eledim. evet o sınav için
elimden geleni yapmıştım; erken kalktım, düzenli çalıştım, bazı şeylerden
vazgeçtim. tüm bu şeylerin sonucunun başarısızlıkla sonuçlanması evet üzücü ama
“tüh neyse” diyip geçmelik bir üzüntü. çünkü içim rahat. bu aralar gece üçü
dördü görmeden uyuyamıyorum ama onu da halledeceğim diye umuyorum, bu konuda
içim hiç rahat değil. bir de aşkla ilgili “yaptığım şeyleri, gördüğüm şeyleri
niye seninle paylaşmak istiyorum?” dediği bir sahne vardı, aşk bence de bir
şeyler paylaşmak istemek. şu şey bana seni hatırlattı demek, o gün gökyüzünde
gördüğün bulutu zürafaya benzettiğini bile anlatmak istemek. aşkın kalbi pır
pır attıran bir şey değil de sakinlik veren bir şey olması. bir şeylerden
vazgeçmek ya da feragat etmek aşık olunca daha kolaydır belki. yani mesela ben
şu yolu yürümek için bir ömür çalışmışım çabalamışım ama bu yol iki kişi
yürümeye uygun değil ve benim için çok zor ama senin için bundan vazgeçiyorum
demek gibi. ya da mesela ben sigara kokusunu hiç sevmem, karşı tarafın “sen
sevmiyorsan içmem olur biter” demesi gibi. bir de aşk ve sevgi insanı daha iyi
birisi yapmalı bence. daha merhametli, daha çalışkan, daha güler yüzlü. mesela
ben elmayı soyarken önce dörde böler, ortasındaki çekirdekli yeri çıkarır, en
son da kabuğunu soyarım. ama karşımdaki önce elmanın kabuğunu soymayı tercih
ediyorsa bu durumu hiç tasvip etmiyor olsam da olsun ben seni böyle de severim
diyebilmeliyim. hasılı kelam, güzel
diziydi. umarım ikinci sezonu gelecektir çünkü devam edecekmiş gibi bitti
bence.
persuasion/ film
2022 yapımı, jane
austen’ın ikna isimli romanından uyarlanmış bir film. öncelikle jane austen
kitabının bu şekilde filme uyarlanacağını bilse kesinlikle yayınlamazdı, en
sevmediğim ve başarısız bulduğum roman uyarlaması oldu sanırım. 1995 yapımı
olan versiyonunu sanırım geçen yıl izlemiştim, onu da çok sevememiştim sanki
ama bundan çok daha iyiydi diye hatırlıyorum. bilmiyorum belki de kitabı
kalbimde ve zihnimde apayrı bir yere koyduğum için böyle hissediyorumdur. anne
eliot yıllar yıllar önce kaptan frederick wentworth ile nişanlanıyor ama
ailesinin uygun görmemesi üzerine nişanı atıyor. aradan yıllar geçiyor ve sonra
tekrar karşılaşıyorlar. kitapta anlatılan aşk öyle masum ve güzeldi ki acaba ne
olacak sonları diye merakla okumuştum. wentworth bir mektubunda şöyle yazıyor
“ruhumu delip geçiyorsunuz.” ne zaman okusam bu cümle bana hep çok zarif
geliyor. iki kalbin birbirini anlaması üzerine güzel bir kitaptı ama filmini bu
kadar övemeyeceğim ne yazık ki. kitaptan bağımsız düşünürsem eğer, fena bir
film değildi ama filmini izleyeceğime kitabını okumayı yeğlerim. filmi hasta
insan mızmızlığı ile izlediğim için de bu kadar yüklenmiş olabilirim ama her
halükârda kitabı daha güzeldi.
eat, pray, love/ film
2010 yapımı, kitap
uyarlaması bir film. kitabını okumadım ama okur muyum emin de olamadım filmi
bana yeterli geldi gibi hissettim nedense. insanların hayalini kurduğu birçok
şeye sahip olan elizabeth gilbert yaşadığı bazı olaylar sonucu her şeyi geride
bırakıp dünyayı gezmeye karar veriyor. kendisini bir türlü var olan hayatının
içinde göremiyor. “artık böyle biri olacağım düşüncesi ölümden de kötü” diyerek
bir şeyleri değiştirmek için, yeniden bir şey karşısında heyecan duyabilmek
için yola koyuluyor. kendi kelimesini arayan bir kadın olarak birkaç ülke
geziyor ve bu fikri çok sevdim. çünkü bazen insan durduğu yerde gerçekten
anlamsız bir bütüne dönüşebiliyor. insanlarla, eşyalarla, işlerle ayrılırsak
vazgeçersek mutsuz oluruz diye diye zaten halihazırda içindeyken mutsuz
olduğumuz ilişkileri sürdürme çabası içine giriyoruz. “yıkım bir hediyedir.
yıkım, dönüşüme giden bir yoldur.” diyordu filmde. sanırım bazen biraz mutsuz
olmayı da göze alıp bir şeyler yapmak gerekiyor. filmin sonunda elizabeth ile
aynı kararı mı verirdim emin olamadım ama bittiğinde yüzde gülümseme bırakan
filmleri seviyorum. her defasında imdb listesini açıp ilk sıradaki filmden
başlayarak izleyeceğim film kültürümü geliştireyim diyorum ama sonra nerede
romantik komik film var hep onlar ilgimi çekiyor neyse sonra bakarım onlara
diyorum artık. özür dilerim the godfather ama bir gün seni de izleyeceğime
eminim, sadece bugün değildi.
yazdıkça yazasım geldiği için
lüzumsuzca uzun bir yazı olmuş. buraya kadar okuyanlara teşekkür edip kalp
bırakayım, ♥♥♥.
yazı
sonu şarkısı: perdenin ardındakiler- vazgeçemedin ondan ya da melike şahin-
hepsi geçti
❤❤❤
YanıtlaSil💘
SilEvet 7 sayfada sonlanacak yazının 10 sayfaları bulması ve nihayet bu güzel yazıyı okuyabilme huzuruna kavuşmamız benim için oldukça kıymetli, yaşadığım şeylerden sonra senin yazılarını okumak hayatıma bir nefes ferahlık veriyormuş gibi hissediyorum. Bu çok hoşuma gidiyor ve o yüzden daima yazılarını yayınlamanı dört gözle bekliyorum. Yine sımsıcak, hem bilgilendiğimiz hem hislendiğimiz, dolu dolu bir yazı olmuş, ellerine sağlık sen hep böyle içten yaz 🌱
YanıtlaSilbirazcık da senin yazdıklarından okumak isteriz artık...
Sil