gün biter gülüşün kalır bende/ anılar gibi sürüklenir bulutlar/ ömrümüz ayrılıklar toplamıdır / yarım kalan bir şiir belki de/ aykırı anlamlar arayıp durma/ güz biter sular köpürür de/ kapanmaz gülüşünün açtığı yara/ uçurum olur cellat olur her gece/ her gece yeniden bir talan başlar/ acı ses olur, ses deli bir yağmur/ eski bir eylüle gireriz böylece/ sığındığım her yer adınla anılır/ ben girerim, sokağı devriyeler basar/ bir de gülüşün eklenir kimliğime

     

            yeni yıla dünyayı kurtaracakmışım gibi makale okuyarak girmişim yanlışlıkla. oysa planım avrupa yakası yılbaşı bölümlerini izlemekti ama neyse ki sonrasında hemen telafi ettim bu yanlışlığı.

sanırım daha somut başarılar görmek istiyorum artık hayatımda. hamuruna zencefil ve tarçın kattığım güzeller güzeli bir elmalı kurabiye yapmak gibi küçük başarılarım var kıyıda köşede ama böyle daha dolu dolu bir şeyler istiyorum sanırım. her gece tamam bugün erken yatıyorum diyip de gecenin üç buçuğunda dördünde arkadaşıma iyi geceler yazmakla sonuçlanan gelgitler sonucu bir aylık çabayla artık vakitlice yatamasam da vakitlice kalkmayı öğrendim. yirmi beş yaşımda kendimi yüksek lisansı bitirmiş, atanmış öğretmen olmuş iş güç sahibi olmuş birisi olarak görmek istiyorum artık, evimin direği olayım. ondan sonraki yıl hayatımın aşkını bulurum, bir yıl sonra da evlenirim zaten. evet, hayatımın kalkınma planı bu kadardı ve bakalım hayat ben planlar yaparken başıma gelenler olarak nasıl bir yol izleyecek onu da bekleyip göreceğim. bir de canım izmir lokması istiyor ne zamandır, belki bir arkadaşımı kandırırsam günübirlik gider geliriz, en olmadı artık tek başıma gider lokmamı yer dönerim ne yapalım. belki kendime doğum günü hediyesi yaparım bu fikri, onu da artık zaman gösterecek.

iki birey düşünelim, ikisi de ailesinin yanında yaşayan iki yüksek lisans öğrencisi. hemen hemen benzer şartlara sahip olsunlar. aralarındaki tek fark cinsiyetleri; birisi kadın diğeri erkek. sizce bu iki öğrenciden hangisi “ne zaman yemeğin yanına pilav yapacaksın?” sorusuna maruz kalıyordur? yanlış anlaşılmasın ben iş yapmaktan şikayetçi değilim, erkeklerin bu sorudan mahrum kalması beni üzüyor. bu arada itiraf vakti, geçenlerde yaptığım pilavın pirinçlerini yıkamayı unuttum. pirinçleri güzelce yağda kavurdum, üzerine biraz tereyağı katıp biraz daha kavurdum, tuzunu ekledim, suyunu katmadan önce aklıma geldi “aaaa bu pirinçlerin başka bir su daha görmesi gerekiyordu” dedim kendi kendime. neyse canımdan kıymetli değil sonuçta, şöyle bir kontrol ettim dünyanın sonu da gelmedi kıyamet de kopmadı. ay pilavın kötü olmuştur öyle diyebilirsiniz, benim yaptığım pilavlar zaten genelde iyi olmaz o yüzden pek de bir sorun teşkil etmemiştir diye düşünüyorum. pilav yapmayı bilmiyorsun zaten öyle pilav mı yapılır diyebilirsiniz, demeseniz daha tatlı olur sanki. ileride müstakbel eşim bu satırları okuyup aaaa bak eskiden pilav yapamıyormuşsun şimdi misler gibi yapıyorsun der umarım, belki de hâlâ yapmıyorsun der. öyle derse de tamam sen yap o zaman bundan sonra derim mecburen. neyse belki de demem daha yumuşak huylu birisi olmak için çabalıyorum. zaten önemli olan ne pişirirsek pişirelim içine sevgimizi katmamız değil mi? pilav lapa olmuş, yemeğin suyu az olmuş, sarmanın içi pişmemiş, salatanın tuzu çok olmuş bunlar hep küçük detaylar. en son çorba yaparken de çorbayı karıştırdığım kaşığı çorbanın içine düşürmüştüm, belki de herkes yemek yapmamalıdır. tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de mücver yapmaya giriştim. hayatında ilk defa mücver yapan birisine bir öğüt verebilecek olsaydım o da beş tane kabak rendelememesi olurdu. kızartırken sonsuza kadar ocağın başında dikilip mücver pişirmeye çalışacağım sandım, zor oldu ama bitti. ev halkından birisinin gelip de bak o şöyle yapılır yanlış yapıyorsun demesini çok bekledim, çünkü birisi gelip böyle bir şeyler deseydi iyi sen pişir o zaman diyip mutfağı terk edecektim ama maalesef. birkaç damla yağ sıçramasıyla kurtulduk diyelim. içi hâlâ biraz pişmemiş gibiydi ama evde ben hariç herkes hasta olduğu için ağızlarının tadı olmadığından fark etmemiş olabilirler, hiçbir beklentileri olmadığı için önlerine iyi kötü bir şey geldiğine şükretmiş olabilirler ya da bir yıllık yetkili evli ve mutlu arkadaşımın dediği gibi mücverin içi biraz nemli kalıyordur ve yumurta ve un kokmadığı sürece sorun yoktur, ben kendisine güvenmeyi tercih ediyorum. hiç yemek yapamıyor da değilim sonuçta, iki üç çeşit çorba ve makarna hayatta kalmak için yeterlidir. ve bir de eğer çok zor durumda değilseniz, yani mesela ölümle tehdit edilmiyorsanız pirinç unu ile sütlaç yapmayın. sütlaç tarifi ararken nişasta yerine pirinç unu katılan bir tarife denk geldim, tarifte nişasta ile sütlaç olmaz diyordu bir bildiği var gibiydi. daha öncesinde sütlaç yemiş birisi olarak süt+ pirinç+ şeker+ pirinç unu karışımını sütlaç olarak değerlendirebileceğimizi düşünmüyorum. canım bol tarçınlı bir sütlaç yemek istemişti sadece, umarım yemek tarifi yazan kadının duygularımla oynadığına değmiştir bu tarif.

gece üçte dörtte uyuyunca haliyle sabah namazına kalkmak da biraz imkansız oluyor, ya alarmı duymuyorum ya da üç saniye gözümü dinlendirip hemen kalkacağım diyor ve asla kalkmıyorum. sabah namazı dışında da namaz konusundan bazen isteksiz davrandığım çok geç vakte bıraktığım oluyordu son zamanlarda, olur bazen öyle insanlık hali diyelim. bakara suresi 45. ayette “sabır ve namazla allah’tan yardım isteyin. şüphesiz bunlar allah’a huşu ile boyun eğenlerden başkasına ağır gelir.” diyor. sanırım bazen bazı ayetleri tekrar okumak, panoya iğneyle çiçek tutturur gibi hayatımıza iliştirmek gerekiyor. üniversitedeyken bazı hocalar ya da bazı öğrenciler az müslümanmışım gibi hissettiriyordu bana. böyle söyleyince de biraz tuhaf oldu ama mesela pantolon giydiğim için birisi beni eleştirmişti. bir kere de dini kitaplar okumak yerine roman okuduğum için bir eleştiri almıştım. bazen hocalar bunu bilmiyorsanız burada ne işiniz var diyordu (öğrenmek için gelmiş olabilir miyiz?). ya da karşı cinsten birisiyle konuşurken görülmek hemen hemen adam bıçaklarken görülmekle eşdeğer bir etki yaratıyordu. kadın ve erkeği birbirinden bu kadar ayrıştırmak, iletişim kurmanın bu kadar ayıp karşılanması bana tuhaf geliyor açıkçası. belli başlı sınırları koruduktan sonra aklı başında iki insanın arkadaş olması, konuşması, birbirlerini desteklemeleri benim için gayet normal bir durum. normal görmeyene de saygı duyarım ama onlar da bana saygı duyarsa sevinirim. o zamanlar çok sorguladığım olmuştu ben beceremiyor muyum acaba bu müslüman olma işini diye ama şimdi hiç de öyle düşünmüyorum. hâlâ eksik ve yanlış yaptığım şeyler var, bilinçsizce yaptığım hatalar da vardır ama müslüman oldum bitti tamam diye bir şey olmadığını biliyorum artık, bu ömür boyu devam eden bir süreç. bazılarından duyuyorum mesela namaz kılmayan birisiyle evlenmem diyorlar. bir insanın namaz kılıyor olması tabi ki çok güzel, ama bu tamamen kişiyle allah arasında olan bir durum. ibadet insanın hayatını güzelleştirir diyebilirsiniz, beş vakit namazını kıldığı halde bunun hayatına hiçbir güzellik yansıtmadığını gördüğüm insanlar da var ne yazık ki. o yüzden sanırım önemli olan kalp temizliği, sonrası bir şekilde oluyor. insan ocak ayının güneşli bir cumartesi sabahı namazdan sonra bir bardak ıhlamur demleyip bir şeylere yeniden başlayabiliyor. (ileride bir kitap yazarsam ilk cümlesi bu olsun (endişelenmeyin kitap yazmayacağım) (neyse bir hadsizlik yapar yazarsam da bunun içine kesilen ağaca yazık diye yükselebilirsiniz) (parantez içinde parantez açmak ne kadar eğlenceliymiş ama böyle de ucu bucağı gelmeyecek) (tamam bu sondu)). neyle meşgul olursak, neye vakit ayırırsak zihnimiz arka planda onunla ilgili düşünmeye devam ediyor. mesela her ay düzenli yazı yazarsam bir şey gördüğümde ya da bir şey yaşadığımda “ha bak bunla ilgili bir şeyler yazabilirim” diye düşünüyorum. ya da okuduklarım, üzerine çalıştığım şeyler bambaşka bir şeyle ilgilenirken yapboz parçası gibi birleşiyor sanki ve ortaya bir şeyler çıkıyor. bu hissi seviyorum ve keşke sürekli işe yarar şeylerle meşgul olabilsek.

geçen yıl değil ondan önceki yıl hemen hemen her ay okuduğum izlediğim şeyleri buraya kaydetmiş, onlarla ilgili bir şey yazmıştım. bunu yapmayı özlediğimi fark ettim. okuyup izlediklerimiz hakkında konuşabileceğimiz birisi yoksa neden kendi kendimize konuşup bunu yazıya dökmeyelim ki? bu konuda yoğun bir ısrar da alınca (bir kişi, o da annem) bu yıl da yazmaya karar verdim sanırım ilerleyen süreçte eğer fikrim değişmezse. o zaman okuduklarımla başlayayım.

yol/ birhan keskin

metis yayınlarından çıkmış 73 sayfalık bir şiir kitabı. ayrıca 2023 yılında almış olduğum ilk kitap oluşuyla da kişisel tarihimde bir yere sahip. “katlanan, insanın birbirine yapışan yaralarından/ bir yuva inşa etmektir aşk da, varla yok arasından/ ve ahşabı kemiren de ahşaba dahildir,/ değil dışarıdan./ beyhude insanın yuva arayışı ama/ yine de yuva arar insan.” bu dizeler çok hoşuma gitmişti, hangi kitapta geçiyor bir bakayım demiştim ve hiç birhan keskin şiir kitabım olmadığını fark ettim. evet, hâlâ okumadığım kitaplar olduğu halde kitap sipariş ettim ama gördüğünüz üzere bunu yapmak için çok mantıklı bir sebebim vardı.

müslüman kadının kurtarılmaya ihtiyacı var mı?/ lila abu-lughod

ketebe yayınlarından çıkmış 338 sayfalık bir araştırma/ inceleme kitabı. aslında yazacağım tez için okuduğum kitaplarla ilgili bir şey yazmayı düşünmüyordum ama bu kitaptan bahsetmek istedim. yazar kitabın ilk sayfasında mısır’da yaşayan zeynep’le olan sohbetinden bir kısmı paylaşıyor “kibarca bana yeni araştırmamın konusunun ne olduğunu sordu. ona batı’daki insanların müslüman kadının baskı altında olduğuna nasıl inandıklarıyla ilgili bir kitap yazmakta olduğumu söyledim. zeynep itiraz etti ‘ama pek çok kadın baskı altındadır. pek çok farklı şekilde haklarını alamazlar; işte, eğitimde..’ onun coşkusu beni şaşırtmıştı. ‘ama sebep islam mı?’ diye sordum ‘onlar bu kadınların islam tarafından baskı altında tutulduğuna inanıyorlar.’ şok geçirme sırası zeynep’teydi. ‘ne? elbette ki değil. sebebi hükümet.’ diye açıkladı.”  kitapta batı’nın bir müslüman kadın algısı olduğundan bahsediyor. müslüman kadının hakları olmadığını düşünen, başörtüyü zorla taktıklarını düşünen bir batı. müslüman kadın batılı kadının tam zıddı olarak resmediliyor; “hapsedilmiş, eve kapatılmış, örtülmüş, yük hayvanı gibi davranılan mağdur kurbanlar ya da haremlerdeki köleler”. kitap kurtarmakla kastedilenin ne olduğunu sorguluyor “afgan kadınları yalnızca ‘bizim gibi’ olmadıkları için mi özgürleştireceğiz yoksa taliban’dan özgürleştirildikten sonra da kendileri için bizim onlar için istediklerimizden farklı şeyler istediklerini kabul etmeli miyiz?”. batı’nın baktığı noktadan iyi görülen şeyin, müslüman kadınlar için bir kurtuluş olarak görülmediği ihtimalinin hesaba katılmadan yürütülen onca kampanyadan, feminist hareketten bahsediyor kitapta. kurtarmaktan kasıt islam’dan ve inançlardan ayrıştırmak olarak kabul ediliyor, oysa o kadının taktığı peçeden bizlere belki abartılı gelen burkadan bir şikayeti yok tüm bunlar kadının doğduğu coğrafyanın, yaşadığı kültürün bir parçası olabiliyor veya kadın kendisini bu şekilde daha rahat hissedebiliyor. yani sorun islam’da değil islam’ın uygulanış şeklinde, islam’ın kadına verdiği haklardan mevcut hükümet sebebiyle mahrum kalmakta. burada durum müslüman kadını kurtarmaktan ziyade müslüman kadını kültüründen kurtarma politikasına dönüşüyor. israil’in gazze’ye olan saldırısından bahsederek şöyle diyor kitapta “1300’den fazla filistinli öldürüldü. kaç tanesi kadındı? o zaman kendime şunu sordum: bu kadar önemli sayıda müslüman kadın öldürülürken veya acı çektirilirken ‘küresel feminist kampanya’ neredeydi?” bunca sivil toplum kuruluşlarının, bunca kampanyanın tüm bu olup bitenlerden habersiz olması mümkün olmayacağına göre bu noktada başka soru işaretleri de çıkıyor karşımıza. dünyanın her yerinde dininden, milliyetinden ve cinsiyetinde bağımsız birçok insan acı çekiyor ve kötü olaylara maruz kalıyor. eğer birisi bir şeyden kurtulacaksa bu küresel bir kurtarma eylemi olmalı ve müslüman veya kadın kelimeleriyle sınırlandırılmamalı. çünkü bu olaylara sadece müslüman kadınlar maruz kalmıyor, tüm bu yaşananları müslüman kadınlara özgü kılarsak, kadınların kurtarılması gereken şey dinmiş gibi gözükmeye devam edecektir. kitapla ilgili yazmak değinmek istediğim birçok farklı şey var aslında ama uzun bile yazdım. benim için bazı şeylere daha farklı bakmamı sağlayan, kafamda bazı soru işaretleri oluşturan ve araştırmaya sevk eden, bu açıdan da bakmamız gerekir dedirten, el altında birkaç tane bulundurup arkadaşlarıma hediye etmek isteyeceğim türden bir kitaptı.

franny ve zooey/ j. d. salinger

yapı kredi yayınlarından çıkmış 151 sayfalık bir öykü kitabı. franny ve zooey iki kardeş. kitap iki bölümden oluşuyor, önce franny’nin başından geçen bir olay var ve ikinci bölümde de zooey’le karşılaşıyoruz. severek takip ettiğim birkaç kişinin çok överek önerdiği bir kitaptı ve bir yıldır da aklımdaydı sürekli ama ne zaman kitap alacak olsam neyse kalsın şimdilik dediğim bir kitaptı, neden bilmiyorum bir türlü elim gitmemişti. hem yeni bir yazar tanımış olayım hem de artık okuyayım da zihnimin bir köşesinde yer dinmeyi bıraksın diye düşünerek aldım okumaya başladım. herkese önereceğim bir kitap mı? hayır. sevdim mi? bilmiyorum. yazarın anlatım tarzını ve dilini sevdim, anlattığı olaylar yaşanırken ben de orada gibi hissettim, etrafta olup biten var olan şeyleri zihnimde betimleyebiliyordum ve bunu yapan kitapları seviyorum. franny’nin abisi zooey ile sohbetini okumak da güzeldi. kitaba hâkim olan bir melankoli hissi, bir çöküş vardı. insan her ikisine de sarılmak istiyor. bir şey eksik gibi geldi, belki ben derinliğini anlayamamış olabilirim. annesinin neden evlenmiyorsun sorusuna zooey “tren seyahatlerinden fazlasıyla hoşlanıyorum, evlendiğin zaman pencere kenarında hiç oturamıyorsun artık.” diye bir cevap vermişti. evet cam kenarını başka birisine vermek herhalde sadece çok sevdiğin zaman mümkün olabilir, ama her halükârda büyük bir fedakârlık.

mahkemelerde/ sabahattin ali

yapı kredi yayınlarından çıkmış 153 sayfalık bir kitap. kitapta sabahattin ali’nin mahkemelerde yapmış olduğu savunmaların, ona karşı yöneltilen suçlamaların belgeleri bulunuyor. son birkaç yıldır her yılın başında bu yıl sabahattin ali’nin okumadığım kitaplarını okuyup bitireyim diyorum ama bu planım başarısızlıkla sonuçlanıyor, hepsini okuyup tüketmek istemiyorum sanırım. ama bu yıl çok kararlı gibiyim bu iş için, bütün kitaplarını okumak bir yazara veda etmek demek değildir çünkü tekrar tekrar okuyabiliriz ve hayatımın en azından kitap okuduğum kısmında bu kadar duygusal davranmaktan vazgeçebilirim. bir taraftan da en sevdiğim türk yazar olduğu için kendisine biraz iltimas geçebilirim bence. hâlâ yaşıyor olmasını ve kendisiyle tanışmayı çok isterdim ama muhtemelen şu an epey yaşlı olurdu. günümüz yazarlarından olsaydı kesin aşık olurdum zaten, kelimelerini ve kelimelerinin uyandırdığı hisleri seviyorum çünkü. esirler adındaki bir oyununda şöyle bir kısım vardı; “sen, sana bakanlara yaşamak, namütenahi yaşamak arzusu veren bir çiçeksin; bu çiçeği soldurmak kendi hayatına kastetmek değil midir? hayatın tahammül edilmez meşakkatleri yüzünden kafaları ölüm düşüncesiyle dolanlar sana bir kere baksalar bu düşüncelerin acayip bir rüzgar tarafından sürükleniyormuş gibi kaybolduğunu ve içlerinin tatlı bir teselli ve ümitle dolduğunu görürler. ağlayanların dudaklarını neşeli bir tebessümle kıvırmak için senin güzel sesinin duyulması kafidir.” kelimelerin böyle güzel bir araya getirilmesi benim için hayranlık uyandırıcı. evet mahkemeye yazmış olduğu belgeleri dilekçeleri okuyacak kadar çok seviyorum ve bu kadar sabahattin ali övücülüğünden sonra kitaba geri dönüyorum. kitapta beni en çok şaşırtan şey kuyucaklı yusuf adlı romanının toplatılarak aile hayatı ve askerlik aleyhinde olduğu gerekçesiyle mahkemeye verilmesi oldu. en sevdiğim kitabının böyle bir muamele görmesine üzüldüm ve manasız buldum, zaten adamcağız şunun şurasında kırk bir yıl yaşamış onda da bunlarla uğraşmak zorunda kalmış. “son günlerde kendi kendimle çok muhasebe ettim, acaba ben mi haksızım, acaba taraftarı olduğum fikirler mi yanlış diye çok düşündüm, uykusuz geceler geçirdim. fakat karşı tarafın mücadele metotlarına bir göz atınca, onların haklı olmasına imkan olmadığı neticesine vardım. haklı olanlar bu yoldan yürüyemezlerdi, hayır, hak hiçbir zaman söz ve fikir tarafını bırakıp tekme ve balyoz tarafını tutmuş olamazdı.” böyle nahif bir adamı mahkemeye vermeye, şikayetçi olmaya gerek var mıydı hiç bilmiyorum.

eskiden olsa neden bu kadar az okumuşum derdim ama artık sevdiğim şeyleri yapmak için ekstra vakit ayırmam gereken yaşlardayım sanırım. çok yoğun bir şekilde ders de çalışmıyorum aslında ama biraz ondan biraz şundan derken gün bitiveriyor. ama yine de kendime vakit ayırabilme lüksünü kendime tanıyabildiğim için oldukça mutluyum, çünkü bence bu da bir ihtiyaç. çok yoğun olduğum, sevdiklerime ve kendime vakit ayıramadığım bir hayat benim için çok zor olurdu sanırım. her şeye vakit ayırmaya çalışmak da biraz yorucu oluyor ama olsun, tatlı bir yorgunluk diyelim. haftaya tatlı bir başlangıç yapmak adına pazar akşamlarını da film akşamları yaptım, pek bir şey izlemedim bu ay ama birazcık da onlardan bahsedeyim.

edebiyat ve patates turtası derneği/ film

2018 yapımı bir film. bir iki yıl kadar önce ismini duyduğumdan beri dikkatimi çeken hatta bir kere başlayıp neden hatırlamıyorum ikinci dakikasından sonra kapattığım bir filmdi. evet her insan hayatında en azından bir kez böyle korkunç hatalar yapar, korkunç hata diyorum çünkü filme bayıldım. geçtiğimiz aralık ayında izlemiştim aslında ama bu ay bir daha izlemek istedim. yetmedi arkadaşlarıma tavsiye ettim, henüz izlediklerine dair bir geri dönüş alamadım ama mecburen biraz daha huzursuz edeceğim kendilerini bu konuda. 2. dünya savaşı sırasında guernsey adası alman işgaline uğruyor. adadan bir grup insan edebiyat ve patates turtası adlı bir kitap kulübü kuruyorlar. bu kulübün üyelerinde olan dawsey, ikinci el olarak bulduğu bir kitabın kapağında juliet’in adını ve adresini görünce ona bir mektup yazmaya karar veriyor ve bir kitap almak istediğini, yardımcı olup olamayacağını soruyor. juliet’in kitabı ona hediye olarak göndermesiyle arkadaşlıkları pekişmiş oluyor ve dawsey bir mektubunda kulüpten şöyle bahsediyor “kitap kulübündeki cuma günleri tek sığınağımız oldu. gitgide karanlıklaşan dünyayı hissetmeni sağlayan gizli bir özgürlük. yeni dünyaları görmek için sadece bir muma ihtiyaç vardır, topluluğumuzda bunu bulduk.” juliet bunun üzerine kitaplar benim de sığınağım diyerek kendisini adaya davet ettiriyor. bu arada juliet ilhamını kaybettiğini düşünen bir yazar, adaya giderse o insanların ona ilham verebileceğini düşünüyor. film kitapların insanları bir araya getirme gücünden çok tatlı bir şekilde bahsediyor ve ben de buna çok inanırım. o yüzden kitap hediye etmeyi çok severim ve her kitabın bir vakti olduğunu düşünüyorum. bazı kitaplarla yolumuz öyle zamanlarda kesişiyor ki o an tam da ihtiyacımız olan cümleler karşımıza dizilmiş oluyor sanki. bir başkasına kendi okuduğum, satırlarının altını çizdiğim bir kitabı vermek sanki kalbimi açıp da bak ben böyle hissediyorum demişim gibi, kendimden bir parçayı sunmuşum gibi hissettiriyor. bu yüzden kendi okuduğum kitapları genellikle kimseye vermem. ama birisine kitap hediye ediyorsam da genellikle çok sevdiğim birkaç satırın altını çizer öyle hediye ederim. çok da yakın olmadığım birisinin kitaplığımın karşısında geçip de kitaplarımı karıştırması o yüzden beni biraz tedirgin ediyor. içinde not var mıydı, hangi satırın altını çizmiştim, herhangi bir yerine bir şeyler yazmış mıydım diye düşünmeye başlıyorum. aslında hiç de evhamlı gizli saklı birisi değilimdir ama bunun beni bu kadar rahatsız ettiğini şu an fark ettim, bana da sürpriz oldu en iyisi filme geri dönelim. juliet adadakilerin yanında yalnızca ilham değil kendisini de buluyor. juliet bir mektubunda “daha tanışmadan birine ait olunabileceğine inanıyor musunuz? öyleyse ya ben siz aitim ya da siz bana. belki de guernsey’deki ruha aitim. bu bana göre aile tanımına en yakın şey.” diyor, kan bağı dışında aile olmak demek benim için de kesinlikle aidiyet hissini beraberinde getiriyor. çünkü insan ait hissedemediği bir yerde sevgiyi de hissedemiyor ve karşısındakine huzur ve mutluluk sunamıyor. bir de her türlü ilişkide net olmak, kelimelerin arkasına saklanmamak, ya şöyle dedi ama acaba şunu mu kastetmişti diye düşündürmemek de çok önemli bence. sıcacık sonuyla muhtemelen birkaç defa daha izleyeceğim güzel bir filmdi. nahif, zarif, ince düşünülmüş şeyleri seviyorum ve bu film bence tam da öyleydi. artık böyle şeylerle günlük hayatta pek karşılaşamayabiliyoruz ama o başka bir yazının konusu olsun. bir kitaptan uyarlanmış film yapılmış, bunu filmi izledikten sonra öğrendim eğer bilseydim öncesinde kitabı okurdum ama hâlâ geç değil.

my liberation notes/ dizi

2022 yapımı 16 bölümlük bir kore dizisi. çok uzun bir kore dizisi izleme geçmişim yoktur, üç beş tane ancak izlemişimdir ama bu dizi konusu itibariyle diğer izlediklerimde farklıydı. daha hayatın içinden, daha gerçekçiydi. tabi başroldeki adamın sonradan öğrendiğimiz asıl işi her gün denk gediğimiz işlerden değildi, orası ayrı. aşk, aile ve arkadaşlık ilişkileri konusunda gündelik hayatta da karşılaşabileceğimiz türden bir diziydi benim için. birbirinden farklı iki kız kardeş, onlardan tamamen farklı bir erkek kardeş, arayı bulmaya çalışan bir anne ve sessiz bir babadan oluşan beş kişilik bir aile ve bir de onların yanında yardımcı olarak çalışan birisi etrafında şekilleniyor olaylar. aile bağlarının bu kadar kopuk olması ilk başta biraz tuhaf gelmişti izlerken. aynı otobüste yan yana oturmuyorlar, aynı durakta inip eve kadar birisi önde birisi arkada hiç konuşmadan yürüyorlar o uzun yolu. yedinci bölümde “zamandan tamamen özgür kalamayabilirim ama elimden geleni yapıp dinlensem ve yeterince uyuduktan sonra uyansam bu şekilde kendi ritmimi bulmak en çok ihtiyacım olan özgürlük olabilir” gibi bir cümle geçiyordu, kendi ritmini bulmak, kendi hayat akışını yakalayabilmek öyle güzel ve kıymetli ki, insan bazen kendi hayatına geç kalmış gibi hissedebiliyor. oysa belki de sadece o ritmi yakalayamamıştır henüz, o da biraz çabayla olacaktır. elimden geleni yaptı rahatlığıyla başımı yastığa koymayı seviyorum. evet o kek için elimden geleni yapmıştım; fırını önceden açtım, yumurta ile şekeri yeterince çırptım, unu eledim. evet o sınav için elimden geleni yapmıştım; erken kalktım, düzenli çalıştım, bazı şeylerden vazgeçtim. tüm bu şeylerin sonucunun başarısızlıkla sonuçlanması evet üzücü ama “tüh neyse” diyip geçmelik bir üzüntü. çünkü içim rahat. bu aralar gece üçü dördü görmeden uyuyamıyorum ama onu da halledeceğim diye umuyorum, bu konuda içim hiç rahat değil. bir de aşkla ilgili “yaptığım şeyleri, gördüğüm şeyleri niye seninle paylaşmak istiyorum?” dediği bir sahne vardı, aşk bence de bir şeyler paylaşmak istemek. şu şey bana seni hatırlattı demek, o gün gökyüzünde gördüğün bulutu zürafaya benzettiğini bile anlatmak istemek. aşkın kalbi pır pır attıran bir şey değil de sakinlik veren bir şey olması. bir şeylerden vazgeçmek ya da feragat etmek aşık olunca daha kolaydır belki. yani mesela ben şu yolu yürümek için bir ömür çalışmışım çabalamışım ama bu yol iki kişi yürümeye uygun değil ve benim için çok zor ama senin için bundan vazgeçiyorum demek gibi. ya da mesela ben sigara kokusunu hiç sevmem, karşı tarafın “sen sevmiyorsan içmem olur biter” demesi gibi. bir de aşk ve sevgi insanı daha iyi birisi yapmalı bence. daha merhametli, daha çalışkan, daha güler yüzlü. mesela ben elmayı soyarken önce dörde böler, ortasındaki çekirdekli yeri çıkarır, en son da kabuğunu soyarım. ama karşımdaki önce elmanın kabuğunu soymayı tercih ediyorsa bu durumu hiç tasvip etmiyor olsam da olsun ben seni böyle de severim diyebilmeliyim.  hasılı kelam, güzel diziydi. umarım ikinci sezonu gelecektir çünkü devam edecekmiş gibi bitti bence.

persuasion/ film

2022 yapımı, jane austen’ın ikna isimli romanından uyarlanmış bir film. öncelikle jane austen kitabının bu şekilde filme uyarlanacağını bilse kesinlikle yayınlamazdı, en sevmediğim ve başarısız bulduğum roman uyarlaması oldu sanırım. 1995 yapımı olan versiyonunu sanırım geçen yıl izlemiştim, onu da çok sevememiştim sanki ama bundan çok daha iyiydi diye hatırlıyorum. bilmiyorum belki de kitabı kalbimde ve zihnimde apayrı bir yere koyduğum için böyle hissediyorumdur. anne eliot yıllar yıllar önce kaptan frederick wentworth ile nişanlanıyor ama ailesinin uygun görmemesi üzerine nişanı atıyor. aradan yıllar geçiyor ve sonra tekrar karşılaşıyorlar. kitapta anlatılan aşk öyle masum ve güzeldi ki acaba ne olacak sonları diye merakla okumuştum. wentworth bir mektubunda şöyle yazıyor “ruhumu delip geçiyorsunuz.” ne zaman okusam bu cümle bana hep çok zarif geliyor. iki kalbin birbirini anlaması üzerine güzel bir kitaptı ama filmini bu kadar övemeyeceğim ne yazık ki. kitaptan bağımsız düşünürsem eğer, fena bir film değildi ama filmini izleyeceğime kitabını okumayı yeğlerim. filmi hasta insan mızmızlığı ile izlediğim için de bu kadar yüklenmiş olabilirim ama her halükârda kitabı daha güzeldi.

eat, pray, love/ film

2010 yapımı, kitap uyarlaması bir film. kitabını okumadım ama okur muyum emin de olamadım filmi bana yeterli geldi gibi hissettim nedense. insanların hayalini kurduğu birçok şeye sahip olan elizabeth gilbert yaşadığı bazı olaylar sonucu her şeyi geride bırakıp dünyayı gezmeye karar veriyor. kendisini bir türlü var olan hayatının içinde göremiyor. “artık böyle biri olacağım düşüncesi ölümden de kötü” diyerek bir şeyleri değiştirmek için, yeniden bir şey karşısında heyecan duyabilmek için yola koyuluyor. kendi kelimesini arayan bir kadın olarak birkaç ülke geziyor ve bu fikri çok sevdim. çünkü bazen insan durduğu yerde gerçekten anlamsız bir bütüne dönüşebiliyor. insanlarla, eşyalarla, işlerle ayrılırsak vazgeçersek mutsuz oluruz diye diye zaten halihazırda içindeyken mutsuz olduğumuz ilişkileri sürdürme çabası içine giriyoruz. “yıkım bir hediyedir. yıkım, dönüşüme giden bir yoldur.” diyordu filmde. sanırım bazen biraz mutsuz olmayı da göze alıp bir şeyler yapmak gerekiyor. filmin sonunda elizabeth ile aynı kararı mı verirdim emin olamadım ama bittiğinde yüzde gülümseme bırakan filmleri seviyorum. her defasında imdb listesini açıp ilk sıradaki filmden başlayarak izleyeceğim film kültürümü geliştireyim diyorum ama sonra nerede romantik komik film var hep onlar ilgimi çekiyor neyse sonra bakarım onlara diyorum artık. özür dilerim the godfather ama bir gün seni de izleyeceğime eminim, sadece bugün değildi.

            yazdıkça yazasım geldiği için lüzumsuzca uzun bir yazı olmuş. buraya kadar okuyanlara teşekkür edip kalp bırakayım, ♥♥♥.

            yazı sonu şarkısı: perdenin ardındakiler- vazgeçemedin ondan ya da melike şahin- hepsi geçti

Yorumlar

  1. Gizli hayran29 Ocak 2023 07:18

    ❤❤❤

    YanıtlaSil
  2. Evet 7 sayfada sonlanacak yazının 10 sayfaları bulması ve nihayet bu güzel yazıyı okuyabilme huzuruna kavuşmamız benim için oldukça kıymetli, yaşadığım şeylerden sonra senin yazılarını okumak hayatıma bir nefes ferahlık veriyormuş gibi hissediyorum. Bu çok hoşuma gidiyor ve o yüzden daima yazılarını yayınlamanı dört gözle bekliyorum. Yine sımsıcak, hem bilgilendiğimiz hem hislendiğimiz, dolu dolu bir yazı olmuş, ellerine sağlık sen hep böyle içten yaz 🌱

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. birazcık da senin yazdıklarından okumak isteriz artık...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

balığın batması ve yan gitmesi hakkında bazı mülahazalar

arkadaşın ne yapıyorsun dediğinde hiç öyle bildiğin gibi aynı şeyler evdeyim deme yarışına katıldın ama rakibin benim

“alo iyi günler ben potansiyelimi harcamak istiyordum da nereye başvurabilirim? evet evet tek çekim olacak hepsini harcamak istiyorum.”