bakışlarımı sunuyorum tereddütsüz alıyorsun/ gizli bir tebessümle çağırıyorum geliyorsun/ kaşı karam, gözü karam, saçı karam/ umay gibi yumuşak huylum/ nereden çıktın karşıma böyle/ sesin ılık bir bahar güneşi gibi ığıl ığıl akıyor içime/ asya’nın bozkırlarında ordular düşüyor peşime/ yığılıp kalmışım bu anadolu toprağına sitare/ adam akıllı yorulmuşum
vay be, demek artık 25 yaşına giriyorum. özellikle son birkaç yıldır girdiğim her yeni yaş evet artık büyüyorum hissi veriyordu ama sanki hayatımın bundan önceki kısmı bir bütündü ve bundan sonraki her yaşım ayrı ayrı bütünler olacakmış gibi hissediyorum. geçenlerde odamda gördüğüm örümceği çığlık atmadan sakince üzerine kitapla vurmak suretiyle öldürdüm mesela. tarkan gibi değiştim ve geliştim diyebilirim sanırım.
24
yaşım nasıl geçti? girdiğimi en kabullenemediğim yaştı galiba, çok büyük
gözükmüştü gözüme ama girince alışılıyormuş yani en azından dört beş ay sonra
evet ben 24 yaşına girdim farkındalığı yaşamaya başlamıştım. otuz yaşına
yaklaşıyorum hissi biraz korkutucu gelmişti sanırım çünkü otuz yaş gözüme çok
büyük görünüyordu ama şu an durduğum noktada otuz yaş sadece bir başlangıç ve
yaş otuz beş yolun yarısı eder diyen cahit sıtkı tarancı’ya da biraz kırgınım
bizi böyle telaşlara sürüklediği için, dur bakalım daha yeni başlıyoruz demek
isterdim kendisine. ama bunları konuşmak için de daha erken zaten, önce 25
yaşımın bir tadını çıkarayım. öncesinde 24 yaşımın nasıl geçtiğine dönecek
olursam, şükürsüzlük etmemek adına güzel geçti diyeceğim ama dolu dolu geçirdiğimi
hissettiğim ve dönüp baktığımda kendime elle tutulur bir şeyler sunabildiğim
bir yaş değildi. yıllar sonra 24 yaşımla ilgili belirgin olarak neyi hatırlarım
diye düşündüm ama aklıma hiçbir şey gelmedi, yaşadım ve geçti gitti. 24 yaşıma
hangi duygu hakimdi? kırgınlık olabilir belki. belli bir kişiye değil bu
kırgınlık ama eğer oklar birisini gösterecekse en çok kendime kırgınım sanırım.
yaptıklarım için, yapmadıklarım için, olduğum kişi için bile kırgındım kendime
ama tüm bunları düzeltmeye çalışıyorum çünkü yaş almak biraz da ilerleme kat
etmektir ve bu ilerleme olumlu tarafa doğru olsun istiyorum. bazı şeyler için çok geç ama bazı şeylerin
de henüz vakti gelmemiş ya da şimdi başlasam bile olur. kahvaltı gibi, kahvaltı
sabah öğünüdür ama eğer çok istersem akşam da kahvaltı yapabilirim. bu yaşa
kadar olmadı bu yaştan sonra da olmaz değil, yine olur ama belki biraz daha
fazla zaman alır. sıfırdan bir hayat inşa etmek, yok bu olmadı baştan
başlayayım demek imkansız. zaman geriye aksın deme şansımız yok. en güzeli ben
şu ana kadar heybeme ne doldurmuşum bakalım elimde neler var diye baktıktan
sonra şu kalsın ay bu hemen gitsin demek. eğer arabayı kullanan ben değilsem
arka koltukta gerilmemin hiçbir anlamı yok ama direksiyon bendeyse kontrolü
sağlamam gerekir. bundan öncesi için geriye dönük bir düzeltme mümkün değilse
de şu andan sonrası için yeni adımlar neden atılmasın. şimdiki aklım
olsaydı yapmazdım dediğim birçok şey var. bunlar öyle çok büyük şeyler olmak
zorunda da değil. şimdiki aklım olsaydı o tarifle krema yapmazdım, şimdiki
aklım olsaydı o kişiyle o kadar yakın olmazdım, şimdiki aklım olsaydı o
gömleğin üzerine o şalı takmazdım böyle uzar gider bu liste. ama tüm bunlar bir
yana şimdiki aklımla da öyle müthiş hatalar yapacağım ki ileride eskiyi şöyle
bir düşündüğümde gerçekten yaptım mı bunu diyerek kendime göz devireceğim bunu
da biliyorum ve bu kötü hissettirmiyor. sanırım önemli olan o an için bana
doğru gelene göre yaşamak, bu “benim doğrum en doğrusudur ben buyum işinize
gelirse” demekten ziyade bu yaşıma kadar biriktirdiklerimle bana doğru
geldiğine inandığım bir düşünce sistemi oluşturabildiysem iyi kötü ona uygun
davranabilmek, eğer hatalıysam bunu kabul edebilmek. hissettiklerime ya da daha
doğrusu bu yaşın bana hissettirdiklerine dönecek olursak biraz da yorgun
hissediyorum. bir şeyler anlatmaya bir şeyler hissetmeye bile yorgunmuşum gibi
geliyor bazen. “ha tamam öyle mi olmuş” diye geçiştirdim sanki birçok şeyi.
tatlı bir bahar yorgunluğu olur ya hani, onun tüm yıla yayılmış hali gibiydi ve
bir yıl boyunca sürdüğü için o kadar tatlı değildi. fiziksel değil de içsel bir
yorgunluk diyelim, yaptıklarımdan ziyade yapmadıklarımın ya da ne yapacağımı
bilmemenin verdiği yorgunluğu beni biraz mahvetti sanırım. ama artık yeni yaş
yeni kararlar diyelim. mesela artık insanlardan özür beklemeyi bıraktım. öyle
kolay kalbi kırılan ve her şeye alınganlık gösteren birisi de değilimdir
aslında ama bazı şeyler için ki bu bazı şeylerin üzerinden yıllar da geçmiş
olabilir yine de küçük bir özür beklentisi içerisindeydim, sonra bunun o
insanların hiç de aklının ucundan geçen bir şey olmadığını fark ettim ve bunu
kendime yük etmeyi bıraktım çünkü özür dilememiş olsalar da o insanları
affettiğimi fark ettim. hani böyle çok sevdiğiniz birisi ile bir konuşma yapmanız
gerekir, o konuşmadan sonra bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır ve
aranızdaki o kopmaya yakın bağ tamamen yok olacaktır ama bir taraftan da o
konuşmayı yapmadığınız sürece huzursuzluk hissi de peşinizi bırakmayacaktır. şu
anda yaşadığım şey bu değil ama bazen o konuşmayı yapmayı göze alamamışım ve o
huzursuzluk hissi ile yaşamaya çalışıyormuşum gibi hissediyorum. ama bu yıl
bunların hepsini çözeceğim ve böyle kara bulutları ardımda bırakacağım. su
testisi su yolunda kırılır ama ben daha yola çıkmadan kırılmış bir testi gibi
hissediyordum ama tüm bunları aşacağıma da inanıyorum.
hayır
demeyi öğrendim. bir kere beni arayan müşteri hizmetleriyle yarım saat kadar
telefonda konuşmak durumunda kalmıştım çünkü yüzüne kapatsam ayıp olacaktı ve
karşımdakinin anlatacak birçok kampanyası vardı. ama geçen gün beni arayan
müşteri hizmetlerine kusura bakmayın şu an biraz meşgulüm daha sonra konuşalım
diyebildim, yalan da değildi eve girecektim çantamdan anahtarımı bulmam
gerekiyordu ve benim çantamdan bir şey arayıp bulmak nereden baksan büyükçe bir
iştir. artık alışveriş yaptıktan sonra indirimli olduğu söylenerek önerilen
kasa arkası ürünlerine hayır ihtiyacım yok teşekkür ederim diyebiliyorum ama
geçen gün hayır diyemedim çünkü beni en hassas noktam olan renkli yara
bantlarından vurdu. evde bir sürü renkli ve desenli yara bandı oldu ama ne
yapalım seviyorum. fark ettim ki hayır diyememek, net bir duruş sergileyememek
ikili ilişkilerde hem benim için hem de karşı taraf için yıpratıcı olabiliyor
ve hal böyleyken de aslında kimseye iyilik yapmış olmuyorum. her ne kadar ben
net olsam da karşı taraftan net bir davranış göremeyince öyle havada asılı
kalan davranışlar yumağı oluşuyor. duyduklarımın beni üzeceğini bilsem de,
karşımdaki kişi ile ilişkim bir daha eskisi gibi olmayacak olsa da dümdüz ve
yere sağlam basan cümlelerin olduğu iletişimlerin beni daha mutlu ettiğini fark
ettim çünkü öyle dedi ama acaba aslında bunu mu kastetmek istedi acaba şeklinde
zihnimde açık kalmış sekmelerle yaşamak yorucu oluyor. net bir şekilde
sevilmediğimi duymak seviliyormuşum gibi hissettiren ama ne olduğunu da tam
anlamadığım cümleler duymaktan daha çok hoşuma gidiyor. üzerinden epey zaman
geçtiği için ve muhtemelen kendisini yolda görsem tanımayacağım için bu anıyı
anlatabilirim artık sanırım, lisedeyken on üç on dört yaşlarındaymışımdır
hoşlandığımı düşündüğüm birisi vardı. kendimden çok emin bir şekilde gittim
yanına kendisiyle konuşmaya karar verdim, konuşabilir miyiz biraz dedim çok net
bir şekilde hayır demişti bana. o zaman üzülmüştüm ama şu an kendisini takdir
ediyorum işte sağlıklı iletişim şekli buymuş. şaka bir yana kalp -bazen aksini
hissettirse de- öyle hemencik kırılan bir şey değil net ve dosdoğru hedefe
giden cümleler kurmaktan çekinmeyin. ayrıca net olmak demek her zaman için kalp
kırıcı olmak zorunda da değildir. madem eninde sonunda gerçeklerle yüzleşiyoruz
ne kadar erken olursa o kadar iyi. mesela kendime dürüst olmam gerekirse eğer
şunu söyleyebilirim ki ben özellikle sade maden suyu içebilen bir insan değilim
ve lütfen artık daha fazla kendimi bu konuda zorlamayayım, bir kere yaşadığımız
şu ömür kendimizi maden suyu içmeye zorlayacağımız kadar uzun değil. iki yudum
alıp en yakınımdaki kişiye ben bitiremedim sen içer misin demeye devam edeyim.
sınırlarımı
öğrendim. bir taraftan artık daha keskin sınırlarım var ama diğer taraftan da
bazı konularda çok daha esneğim. aman ayıp olurlar, bunun münasibi budurlar,
ritüeller, gelenekler şunlar bunlar derken insan kaybolmuş hissedebiliyor ve
nerede olduğunu kestiremeyebiliyor. işte bu noktada sınırlar önemli ama bunu
inşa etmek, herkesin buna saygı duymasını sağlamak kolay olmuyor. bazı
yerleşmiş kabuller var ve bunları aşmak için toplumca biraz zamana ihtiyacımız
var sanırım, tabi biraz da insanların meraklı olmamayı ve her şeye karışamayacaklarını
öğrenmeleri gerekiyor. inanıyorum bir gün başaracağız, mesela gün gelecek kimse
evli insanlara eee çocuk ne zaman deme hadsizliğini göstermeyecek ve o gün
dünya çok daha güzel bir yer olacak. sınırlarımız biraz da kim olduğumuzu
belirliyor. ne olmak istediğini bilmenin yolu biraz da ne olmak istemediğini
bilmekten geçiyormuş, bazı şeyleri eleyince geriye kalanlar arasından seçim
yapmak kolaylaşıyor. hiçbir zaman dört dörtlük evet ben bunu yapmak istiyorum
diyeceğim bir şey çıkmayacak karşıma çünkü ben de dört dörtlük bir insan
değilim, bugün benim için tutkuyla yapacağımı düşündüğüm bir iş bir süre sonra
sıkıldığım herhangi alelade bir işe dönüşecek bunu biliyorum. bu sebeple
mümkünler arasından en içime sineni seçip onu hayatımda sabit kılıp sıkıldıkça
değiştirmek istediğim şeyin hobilerim olabileceği konusunda karar kıldım. ama
şunu fark ettim ki dikkat süremde ve bir şeye odaklanma süremde büyük bir düşüş
var. en sevdiğim yazarın son bir kitabı kalmıştı okumadığım, onu okurken çok
yavaş okuduğumu fark ettim herhalde okumaya kıyamıyorum diye düşünmüştüm ama
kendimi kandırmaya da hiç gerek yok. maalesef çok çabuk dikkatim dağılıyor ve
herhangi bir şeyi sabit durarak sadece o işe odaklanarak yapmak çok zor gelmeye
başlamış, ama sorunun ne olduğunu biliyorsak düzeltebilirim sanırım, herhalde o
kadar bari büyümüşümdür. sınır çizerken neyi içeride bırakacağının neyin
kapının dışında kalması gerektiğinin net bir ayrımı yok sanırım. biz
değişiyoruz, koşullar değişiyor, insanlar değişiyor ve belli başlı kalıplara,
kalıp yargılara sahip olmak bizi biraz hayatın gerçekliğinin dışında
bırakabiliyor.
farklı
yanlarımı keşfettim. mesela etrafımda daha önce hiç bu kadar çok (iki tane)
bebek olmamıştı, bu süreçte keşfettim ki ben anaç bir insan değilim. hiçbir
zaman anne olmayı hayal etmemiştim zaten ama hiç benlik bir şey değilmiş gibi
gelmeye başladı. çok fazla sorumluluk isteyen çok yorucu bir iş. sanırım çocuk
sahibi olmak da evlilik gibi bir şey, evlilik bana göre çok zor ama “karşımdaki
kişi doğru insan ve ben onunla el ele verirsem engelleri aşarım” denilebilecek
bir şey, çocuk sahibi olmak da “tek başıma bunun altından kalkamam ama seninle
bir şekilde hallederiz” diyebileceğim bir şey benim için. çocuğum olursa da bir
cami avlusuna bırakmam herhalde (kesin bir şey diyemiyorum) ama nasıl
hissedeceğimi de kestiremiyorum. bilmiyorum belki de bu kadar düşünülmesi
gereken bir şey değildir ve zaman neyin ne olması gerektiğini bir şekilde
gösteriyordur insana diyelim. geçenlerde para çekecektim bankamatikte de bir
kişi vardı, iki kişi de bankamatikten birkaç metre uzakta çitlere yaslanmış bir
şeyler konuşuyorlardı gölge bir yer olsa herhalde orada bekliyorlar diye
düşünürdüm ama öyle bir yer de değildi o yüzden bankamatikte işlem yapan adamın
arkasına sıraya geçtim o zaman da bir şey diyen olmadı. sıra bana geldiğinde
kartımı taktım şifremi girdim çitlerin orada duranlardan birisi “tabi biz boşa
bekliyoruz burada neyse tamam ne yapacaksan yap” dedi. normalde yetmiş üç kere özür diler sonra seksen kere bir daha
özür dilerdim ama kadına dönüp baktım ve tamam diyip işimi halledip hiçbir şey
demeden gittim ve bunu yapmak bana kötü hissettirmedi. biraz karanlık tarafa
geçmiş gibi hissediyorum ama düşündükçe kendime hak vermeye devam ediyorum,
galiba artık haklı olduğum halde özür dileme devrimi kapatıyorum ve bu beni çok
mutlu etti. sevdiğim kişilerle ilişkimi yıpratmamak adına hâlâ haklı olduğum
halde özür dileyebilirim ama hayatımda ilk defa gördüğüm ve muhtemelen bir daha
görmeyeceğim insanlardan özür dilemesem de olur sanki.
çokça düşündüm. avrupa yakası 179. bölümde aslı
“şimdi ne olduğumu bilmiyorum saçma sapan bir şey oldum. dışarıda çalışıp kendi
parasını kazanan kendi evini tutmuş iş kadını değilim. evinin yerini bilen
güzel ev kadını evli bir kadın değilim. neyim ben ya? böyle havada sallanan bir
şey oldum.” diyordu. bu statü karmaşasını sık sık yaşadım sanırım 24 yaşımda,
ama bu karmaşayı yeni yaşıma taşımak istemiyorum daha doğrusu böyle bir
kaygımın olmasını istemiyorum. sadece çabalamak, çalışmak ve yaşamak istiyorum.
sonucu ne olursa olsun içim rahat olsun ve gece yastığa başımı koyduğumda
vicdanımın sesi beni rahatsız etmesin yeter. ilk defa bu yaşımda düşünmekten
uyuyamamak olayını yaşadım, zihnimdeki sesleri asla susturamadım ve artık
sonunda başıma ağrı girdiğini hissetmiştim. değil yüzleşmek düşünmeyi bile
ertelediğim hislerin ağırlık yaparak içimde bir dağ taşıyormuşum hissi vermesi
nedeniyle kendime düşünmek için boş zamanlar oluşturdum ve bu boş zamanlar
kesinlikle bir lüks ve buna sahip olduğum için çok şanslıyım. var olan
arkadaşlıklarımı, insanlarla olan ilişkilerimi düşündüm. bir noktada durup
hayatımızdaki insanları gözden geçirmemiz gerekiyor sanırım, bazen insan
elememiz gerekiyor, çünkü evet bir noktada yollarımız kesişmiş tanışmış ve iyi
de anlaşmışız ama artık ikimiz de o noktada değiliz ve farklı insanlara
evrilirken birbirimizi geride bırakmamız gerekir, bunun sebebi o insanın kötü
birisi olması değil sadece öyle gerekmiş olmasıdır diyelim. bunun yanı sıra
bize zarar veren ilişkilerimiz de oluyor. her fikrimin sürekli desteklenmesi
sağlıklı bir ilişki olduğu anlamına gelmiyor mesela, bir noktada birisinin
“bayan sen ne saçmalıyorsun?” demesi gerekiyor. ya da tam aksine ne desem “aman
şimdi iş çıkarma durduk yere” denmesi de heves kırıcı. ikisinin ortasında tatlı
tatlı yeri gelip birbirimizi eleştirdiğimiz yeri geldiğinde de tam destekle
birbirimizin ardında durduğumuz arkadaşlıklarım varken ne gerek var fazlasına.
düşündüğüm her şeyi de yazamam buraya tabi ama mesela tesettür konusunda çok düşündüm.
birkaç yıldır aklımdaydı bunu isteyerek mi yapıyorum diye düşünceler vardı
zihnimde ama hep neyse sonra düşünürüz diyordum, kısmet bu zamanaymış. tesettür
kesinlikle nefse ağır gelen bir ibadet, en azından benim için öyle. nefsime
ağır geldiği için mi kafam karışıyor, hayat görüşüme mi uyduramıyorum sorun ne
diye epey düşündüm, en çok da bunu kendi isteğimle mi yapıyorum yoksa başkaları
için mi diye düşündüm. bir erkeğin müslüman olup olmadığını ilk bakışta
anlamayabiliriz, bu da belki erkeklerin eksiğidir onu bilemem onu da kendileri
düşünsün. ama başörtülü bir kadın inancının gereğini taşıdığı için hemen
müslüman kimliğiyle etiketleniyor ve bu durum onun hakkında olumlu veya olumsuz
bir yargı oluşturuyor hemen zihinlerde. ve bu da kadınlar üzerinde ister
istemez bir baskı oluşturuyor. müslüman erkek ve kadınlardan oluşan bir
toplulukta herkes aynı hatayı yapmış olsun, orada en çok suçlanacak olan kişi
başörtülü olan kadındır. insanlar birisi başörtüsü taktığı zaman onun derhal
bir meleğe dönüşmesini bekliyor ve yaptığı hatalardan islam’ı sorumlu tutuyor,
halbuki başörtüyü sadece kafamıza takıyoruz ve nefsimizi de örtmek için
kullanamıyoruz ve haliyle herkes kadar hata yapmaya açığız çünkü insanız. bu
konu üzerine gerçekten çok düşündüm, okudum ve eksikleriyle de olsa inancımın
gereğini taşıyor olmaktan aslında mutlu olduğumu fark ettim. başörtüsü benim
var olmama, görünür olmama, başarılı olmama, fikirlerim olmasına ve bunları
paylaşmama engel değil. benimle aynı görüşü paylaşmayan insanlarda başörtülü
kadınlara karşı bir önyargı olabildiği gibi aynı kaynaktan gelen aynı dine
inandığım insanlar arasında bile bu önyargı var ve insan hangi tarafa laf
anlatacağını şaşırıyor. kendi inandığım ve aynı dini paylaştığımıza kesinlikle
inanamadığım taraftan bakıyorum, geçenlerde kadınların camilerde rahatça abdest
alabilecekleri bir alan istemeleri, camilerde kadınlara ayrılmış alanın daha
temiz ve daha ferah olması gerektiği düşüncesi bazıları tarafından kadın fitne
sebebidir yeri bellidir gibi cümlelerle karşılık bulmuştu. bazen bunları
anlamlandıramıyorum ne yazık ki saygı da duyamıyorum. tüm bunlar için
yapabileceğim en güzel şey çalışmak ve çabalamak sanırım, özellikle orta okul-
lise çağlarındaki gençlerin zihninde olumlu bir imaj uyandırmak halihazırda oluşabilecek
önyargılarının önüne geçmek için çok önemli. bunu tek başıma elbette yapamam
ama belki bir kişi beni iyi hatırlar “başörtülü bir kadın olması okumasına,
kendini geliştirmesine, çalışmasına, farklı bakış açılarına sahip olmasına
engel değilmiş” der ve bu benim için yeterli bir kazançtır. bazen hiçbir şey
için çabalamak istemiyorum ve dümdüz durmak istiyorum ama öyle zamanlarda da
bunlar aklıma geliyor ve bir şeyler yapmam lazım diye düşünüyorum. sanki
gencim evet ama artık o kadar da genç değilim yaşlarındayım. bu yüzden benden
küçükler için, onlara güzel bir toplum sunabilmek için çalışmam gerekiyormuş
gibi hissediyorum. sanırım bu da beni biraz yoran bir his, bazen
üzerime çok gidiyorum ama çoğu zaman da yeterince çabalamadığım için biraz
hırpalanmayı hak ediyorum. dünyayı ben kurtarmayacağım ama belki birisinin
dünyasına ucundan kıyısında dokunabilirim. ölümlü dünya’da feyyaz yiğit’in bir
repliği vardı “benim parolam sevgidir ama ben şiddeti de yerine göre bir
enstrüman olarak kullanırım” diyordu ama tabi biz yine de şiddete karşı olalım.
bu konularda bir bu kadar daha yazarım ama bazen çok kafa şişiriyormuşum gibi
hissediyorum, böyle muhabbetlerime çok sık maruz kalan yakınlarımdan buradan
özür dilemiş olayım.
yeni
şeyler denedim. aslında teorik olarak baktığımızda soğan salça ve yağ üçlüsünü
bir araya getirerek yemek yapmak çok da zor bir şey değil gibi. ama başlayınca
işin içine göz kararı yağ ve salçalar, soğan kokusu çıkmaları gibi teferruatlar
giriyor ve o noktada tencerede suyunu asla ayarlayamadığınız o sulu yemekle
dehşet içinde göz göze geliyorsunuz. atla deve değil (bu deyimi hep kullanmak
istemişimdir bugüne nasipmiş) yapmam gerektiği zaman bir şekilde hallederim
herhalde ama şimdiye kadar yemek yapma ihtiyacım olmamış diyelim ve öyle olmasını
umalım. bu arada unu kokusu çıkana kadar kavurmak tabirini annem tencereden un
kokusu gelmesi olarak yorumlamış ve bana da öyle aktardı umarım yanlış bir
aktarım değildir çünkü ben de benden sonraki nesillere öyle aktaracağım bir
yanlışlık olmasın. domates çorbası yapmanın bazı bedelleri vardır. her şeyden
önce o ocak illa ki batar. hatta eğer bu çorbayı ben yapıyorsam ocağa yakın
olan duvarlarda ve yerde de küçük kırmızı domates çorbası izlerine
rastlayabiliriz. her çay demlediğimde tamam bu sefer ocağa çay dökmeden de
bunun başarabilirim diyorum ama hiçbir zaman öyle olmuyor, istisnasız bir
şekilde çay döküyorum. ama kirli bir ocak o evde yaşam olduğunun göstergesidir
de diyebiliriz bence, belki biraz da sakarlık göstergesidir ya da en iyisi bir
şeyler dökmekle nazar çıktığını düşünelim. ütü yapmanın da bir matematiği
olmalı, birkaç tane gömlek ütülemek durumunda kalmıştım ve insan gömleği eline
alınca neresinden tutacağını bilemiyormuş ütü yapacağı zaman. ütülediğim tarafı
çevirip başka bir yere geçiyorum hop ütülediğim yer tekrar kırışmış oluyor.
hele gömlek kolu ütülemek ne mümkün, bir anda üç beş tane çizgi oluşuveriyor.
herhalde yaptıkça alışılan pratik kazanılan bir eylemdir ilerleyen süreçte çok
lazım olursa öğrenebilirim diye umuyorum. olmazsa da canım sağ olsun, ütüsüz
gömlekle de gezilebilir ayrıca hiçbir pilav kendisini tane tane dökülmek
zorunda hissetmemeli lapa pilavlar da vardır ve tatları gayet güzeldir.
bazen hiç bilmediğim, kimseyi tanımadığım bir
şehre gitsem ve bir şeylere orada sıfırdan başlasam nasıl olurdu diye
düşünüyorum. mümkünse şöyle denizi olan hadi hiç olmadı göl kenarı olan bir
yerler olsun. sıfırdan başlamak çok mu zor acaba? ya da sıfırdan başlamak diye
bir şey mümkün mü? şiirde “kendinin bile ücrasında yaşayan benim için gidecek
yer ne kadar uzak olabilir?” diyordu. ben kendimden uzaklaşmak istemiyorum da
zaten, aksine kendime daha yakın olabilmek istiyorum ama sanırım bunu henüz hiç
bilmediğim bir yerde hiç tanımadığım insanlar arasında yapabilme cesaretim yok.
umarım bir gün bunun için de cesaretimi toplayabilirim. etrafta hanımeli
kokularının olduğu mis gibi bir bahar akşamını demet sağıroğlu’ndan aşk perisi
dinlerken hiç bilmediğim bir şehirde geçirme sözüm olsun kendime. izlediğim bir
filmde en sevdiğin çiçek sorusuna günebakan cevabını veriyordu kız, bu
muhabbetin üzerinden biraz zaman geçtikten sonra çocuk kıza “günebakanları
sevdiğini söylemiştin değil mi? ben de güneşe bakıp büyümek istiyorum pes etmek
istemiyorum. gelecekteki kendime bahaneler uydurup sonra pişman olmak
istemiyorum.” demişti. hoş sonrasında bazı pişmanlıklar yaşadı ya neyse, o da
kendi hatasıydı tamamen. buradan çıkaracağımız sonuç şu ki, ben de
günebakanları çok severim ve bir buket ayçiçeği almak ve bahanesiz bir şekilde
bir şeyler için çabalamak bana iyi gelecek ve yaralarımı saracak.
insan
kalbinin sevmeye ve sevilmeye meylediyor olması ona atılan en büyük kazıklardan
birisi bence. kazık deyince de çok sert oldu sanki, gülün dikeni diyelim. çünkü
sevmek de sevilmek de güzel şeyler. insanın fıtratında, yaratılışında bir
başkasına kalbinde yer verme ve aynı şekilde bir başka kalpte yer edinme
ihtiyacı var. ailenin, arkadaşların, diğer insanların sevgisi de çok kıymetli
ve güzel ama insan kendisi için her zaman müsait olan, canının içi olduğu, tarafından
güpgüzel sevildiği birisi ile tanışmak istiyor, bunun olmamasının yorgunluğunu
içinde hissediyor ama bunun nasıl mümkün olduğuna dair bir el kitabı henüz yok.
tabi bunun da karşılıklı olanı güzel ve makbul. sevmek de sevilmek de çok güzel
hisler ama boşlukta süzülür gibi öylece ortada kalmış gibi hissettire de
biliyor. herkesin bu konuda kendince birçok sebebi olabilir ama birisiyle
tanıştığımda beni frenleyen şey güvensizlik duygusu oluyor sanırım. sadece
karşı tarafa değil kendime de güvenmiyorum bazı noktalarda. on kriterimiz var
diyelim, hiçbir zaman 10/10 beklentimizi karşılayan birisi ile
karşılaşmayacağız ve biz de hiçbir zaman birisi için öyle olmayacağız.
anlayışlı birisi olsa kumral olmayacak, hem kumral hem anlayışlı olsa
merhametli olmayacak bu liste böyle uzayıp gidecek ve mükemmel olan zaten bütün
kriterleri karşılamasından ziyade karşılıklı eksik ve hatalarımızla birlikte
bir bütün olabilmek. mr. darcy’nin hayal ürünü olduğunu kabullendikten sonraki
adım benim için o küçük güven sorunumu aşmak ve doğru insanla tanışmak
olacaktır, tüm bunlar için de kendime zaman veriyorum ve diğer taraftan da
kendimin de bir başkasının doğru insanı olması için çabalaması gerektiğini
kendime hatırlatıyorum, bunlara ek olarak da insanların benim senin yaşında
bilmem kaç tane çocuğum vardı sözlerini duymazdan geliyorum. çevresindeki
herkes evlenirken, bu yolda adımlar atarken insan bazen telaşa kapılabiliyor,
“ben mi yanlış yoldayım acaba?” diye düşündüğüm çok oldu ama hayır. beni neyin
mutlu ettiğini, sınırlarımı, olmazsa olmazlarımı, kıstaslarımı daha yeni yeni
belirleyebiliyorum bence. mesela bu yıla kadar evliliğin iki insan arasında
olduğunu düşünüyordum hep ama artık işin içinde her iki tarafın ailelerinin de
olduğunu ve bu durumun zaman zaman büyük sorunlar yaratabildiğini görüyor ve bu
durumu biraz da olsa anlayabiliyorum. arkadaşlarım evlilik süreçleriyle ilgili
bir şeyler anlattıklarında “yüzüğü orada bırakır giderdim nasıl sabrettin?”
dediğim durumların hepsi değil ama en azından bir kısmının tolerans gösterilebilir
şeyler olduğunu kabullendim. sezen aksu şarkıda “değer aşkım, değer elbet,
değer bir tanem aşk için her şeye” diyor ya hani, yani doldu dolu her şeye
değer de diyemiyorum bir noktada ya gururum ya mantığım ya kalbim tamam artık
bu kadarına da tahammül edilmez der diye düşünüyorum ama onu da zamanla tecrübe
edineceğiz ve daha uysal daha anlayışlı bir insan olmak için çabalamaya devam
edeceğiz. hani geçinmeye gönlü olmak diye bir şey vardır ya, geçinmeye gönlümün
olması olasılığı geçtiğimiz yıllarda %20 falansa şu an nereden baksak en
azından %38 olmuştur. küçük bir parantez açıyorum, aslında doğru insandan
kastım bir ilişkide herkesin bir başkası için değil de kendisi için doğru insan
olması. hayatımızda birçok farklı türden ilişki içerisinde oluyoruz; birisinin
kızıyım, birisinin ablasıyım, birisinin arkadaşıyım, birisinin öğrencisiyim,
birisinin kapı komşusuyum, birisi için otobüste tesadüfen yan koltuğunda oturan
kişiyim. tüm bu hengamede herkesi memnun edecek nitelikleri bir arada bulundurmam
mümkün değil. o yüzden evet ben buyum diyebileceğim, ardında durabileceğim bir
kişilik inşa edersem bu zaten beni bir noktada doğru insan yapacaktır. önceleri
eğer karşımdakinin istediği gibi birisi olursam sevilirim sanıyordum, belki
vermeyeceğim kararlar verdim atmayacağım adımlar attım kendi adıma işleri
karmaşıklaştırdım ama gördüm ki hiç de öyle olmuyormuş. bu yüzden kendime ve
yaptığım şeylere güvendiğim, içime sinen kararlar aldığım, bir duruş
sergileyebildiğim bir hayat inşa etmek benim için çok kıymetli, 24 yaşımda en
çok da bunu anladım sanırım. bahanelere sığınmadan bir risk alınması
gerekiyorsa önünü arkasını düşünüp -öyle balıklama atlamıyoruz hiçbir şeye kaç
yaşına geldik aaaa- hadi deneyelim diyerek kendime fırsat vermek. bir şeyler
için çabaladıktan sonra sonuç olumsuz olsa da üzülmemeyi öğrenmek, bana en iyi
gelen şeylerden birisi de bu oldu sanırım çünkü o çabanın kıymetini anladım, o
çabayı gösteriyor olmanın da cesaret işi olduğunu ve harekete geçmenin
güzelliğini kendime tattırdığım için bizzat şahsıma müteşekkir olmam
gerektiğini öğrendim. sürece odaklanıyorum, sonuç olumlu olursa mutlu oluyorum
olumsuz her şeyde de canım sağ olsun ben elimden geleni yaptım. hatırlarsanız
yukarılarda bir yerde küçük bir parantez açmıştım, evet açtığım küçük ama asla
kapanmayan parantezi kapatma vakti. insan zamanla değişiyor, sürekli
şekilleniyor ama belli bir noktadan sonra bu değişimler o kadar da keskin
olmuyor biraz daha rayına oturuyor sanki, ben de tam o yaşlarda gibi
hissediyorum ama belki de değilimdir daha büyük ve dramatik değişimler beni
bekliyordur bunu da hiç bilemem ama ne yapıyoruz derin bir nefes alıp henüz
başkalarına olmasa da en azından kendimize güveniyoruz. hem ne diyor şiirde
“bütün saadetler mümkündür”. geçenlerde bir bijuteride dolaşırken bilekliklerin
olduğu reyona denk geldim burç bileklikleri, bazı taşlardan yapılmış
bileklikler falan da vardı geldik dolandırıcılık köşesine demiştim. orada
gözüme dümdüz kırmızı ipten bileklikler çarptı, ikili olarak satılıyordu. kader
bağı olarak geçen bu bileklerin olduğu kağıtta şöyle yazıyordu “efsaneye göre
görünmez kırmızı ip kaderi bir olanları zamandan, mekandan ve durumdan bağımsız
birbirine bağlar. ip esneyebilir ya da dolanabilir ama asla kopmaz”. evet
tahmin edilebileceği üzere bu bileklikleri satın aldım, bir tanesini bileğime
taktım diğeri de çantamda duruyor şimdilik ama neden diye bir sorun
yargılamadan önce. hani jane eyre’de edward jane’e “sanki sol kaburgamın
altında bir yerde bir ip varmış da bu ip senin sol kaburgana sımsıkı bir
kördüğümle bağlanmış.” diyordu. kısmen de olsa bu satırlara istinaden aldım
biraz da yani neden olmasın diye düşünerek. neyse bu da çeyizime aldığım ilk
parça olarak tarihe geçsin ve zamanı gelince bilekliğin diğer eşi doğru insana
verilmek üzere beklesin.
biraz karmaşık ve günlüğümü açıp şehrin en
kalabalık meydanında bir duvara projeksiyonla yansıtmışım gibi hissettiren bir
yazı oldu ama 24 yaşım da tam olarak böyle geçti işte. ayrıca buradan beni
liseye gidiyor zanneden çiçekçi abiye, yaşımı öğrenince daha küçük duruyorsun
diyen hemşireye ve bu ilk oyun mu diye sorarak beni minicik zanneden sandık
görevlisi kadına teşekkürlerimi sunuyorum.
bakalım beni 25 yaşımda neler bekliyor. henüz vakit var ama şimdiden iyi
ki doğdum diyeyim o zaman.
yazı sonu şarkısı: can ozan- evvel zaman içinde.
ama bu yaşıma hakim olan şarkı kesinlikle sezen aksu- küçüğüm
müthiş. 24ün 25le muhabbet etmesi gibiydi. kesinlikle üzerine özelden konuşmak istediğim ve şu sıralar kaybettiğim yolu bulabilmem için elime fener olan bir yazı. inşallah beklentilerinden daha güzel olur yeni yaşın. ve yaşların. nice nice yaşlara 💖
YanıtlaSilçok teşekkür ediyorum 😭🩷
SilBir an bu yazının sonu hiç gelmeyecekmiş gibi geldi😃 bence bu kadar ara verme. Seni çok seviyorum güzel kız...
YanıtlaSilben de seni seviyorum 💖
SilSana artık kitap çıkarma vakti geldi belli ki, yüreğinden geçenleri böyle berrak ifade etmeni çok seviyorum. 25 çok güzel gelsin senin için ☘️
YanıtlaSilteşekkürler 🐸🐸
Sil