biraz da kaldığım hayattan yazıyorum bu mektubu sana/ çünkü sen ve hayat/ yarısı gelinen yarısı kalınan bir yermiş bunu asla unutma/ de ki dünya/ geldiğim ya da kaldığım/ beni tamam eden her neyse onun adına/ sana gelmiştim hayatta kaldım yanlışlıkla

 

biliyorum allah’ın kıldığımız namazlara yaptığımız ibadetlere ihtiyacı yok ama zaman zaman sanki ben lütfediyormuşum gibi kılıyordum namazlarımı. ama bu aralar kıldığım namazlara çok ihtiyacım olduğunu hissediyorum. namazdan sonra dua edeceğim zaman kelimeleri zihnimde bile toparlayamayıp sadece boş boş oturup hiçbir şey söyleyemeyip amin diyorum. geçenlerde dışarıda biraz işim vardı, öğle namazını camide kılmak istedim. pantolon giymiştim, ezan okunurken bir teyze elinde etekle gelip namaz kılacaksan giy bunu dedi, normalde biraz kızardım böyle şeylere içimden ama çok tatlı güler yüzlü bir teyzeydi. namazı kıldıktan sonra dua kısmında ağlamamı tutamadım nedense. camiden çıkar çıkmaz güneş gözlüğümü taktım gözyaşlarım gözlüğün kenarından süzülüyordu, insan böyle zamanlarda kendini bir filmin ana karakteri gibi hissediyor. gerçek dışı da sayılmaz ben de kendi filmimin ana karakteriyim ve evet orada dünya benim etrafımda dönüyor. evet her şeyi romantize ve dramatize etmeye bayılıyorum. o camide bir kere daha böyle bir an yaşamıştım, yatsı namazı vaktiydi ve benden başka kimse yoktu üst katta. ne hissetmem gerektiğini bilmediğim zamanlarda yolum oraya düşüyor sanırım. labirentteymişim ve çıkış yolunu bulmak isterken iyice kaybolmuşum gibi hissediyorum, geçtiğim yerlerden daha az önce geçmişim gibi ama bir taraftan da hiç tanıdık gelmiyor. allah’ın varlığını hissediyor olmak ama bir taraftan da elle tutulur gösterilir bir şey olmaması tuhaf, çünkü günün sonunda güvenip dayanacağımız başka hiçbir şey yok. böyle şeyleri paylaşmayı pek sevmem aslında ama geçen gün çokça sevdiğim birisi ile konuşurken hissettiğim şeylerde yalnız olmadığımı fark ettim ve bu fark ediş iyi hissettirdi cümleleri derleyip toplayamasam da biraz da bu yüzden yazmak istedim sanırım, buradan canım sümeyra'ya teşekkürlerimi ileteyim aslında yaş olarak benden büyük ama nedense ona abla demek tuhaf hissettiriyor ama bir ablam olsaydı onun gibi olmasını isterdim. bu aralar en büyük eğlencemin akşam ya da yatsı namazını emekli amcalar gibi camide kılmak olmasından hiç şikayetçi değilim o yüzden. aslında alışkanlık haline getirip günde bir vakit de olsa camiye gitmek bana iyi gelip yaralarımı sarabilirdi ama zaman zaman beş dakika bile sürmeyen o yolu gitmek gözümde çok büyüyor.

zaman zaman baş edemediğimiz bir yetersizlik hissinin bizi çepeçevre sarması, kendimizi birileri için önemli sanmamız ama aslında hiç de öyle olmaması tüm bunlar bir paket halinde bütün olarak sunuluyor sanırım bir süre sonra. her zaman olayların iyi tarafından bakan pozitif tarafımı bazen kaybediyorum. sanırım böyle zamanlarda bana iyi gelen şey minimum paylaşımda bulunmak ve tüm o olumsuzlukları somutlaştırmak adına atılan tüm o adımlardan kaçınmak. çünkü sonra dönüp baktığımda tüm olanları yok saymak daha kolay oluyor böylelikle. “ipler kopunca nasıl da rahatladık. mahvedecek başka bir şey kalmayınca” diye bir cümle okumuştum bir yerlerde. berbat bir şey ama mahvedecek hiçbir şey kalmaması rahatlığı diye bir şey gerçekten var. olayların o raddeye gelmesi çok yıpratıcı olabiliyor ama bilmiyorum demek ki bazı ilişkiler mahvolmak için vardır, iki taraf da birbirinden bağımsız bir şekilde çok iyi insanlar olabilir ama bir araya geldiklerinde enerjileri uyuşmaz ya da bambaşka bir sorun vardır bilmiyorum ama bir şeyler olmaz işte. önceden çok yakın olduğum ama şu an belki de aylardır hatta neredeyse bir yıldır konuşmadığım bir arkadaşım vardı, sanırım hayatımda ilk ve tek birisi nasılsın demeden tırnağımın kırıldığından bile rahatlıkla bahsedebildiğim birisiydi. aramızda birbirimizi anladığımızı bildiğim üzerine hiç konuşulmamış bir sözleşme var gibiydi. ama zamanla azaldı ve sonrasında da öylece bitiverdi aramızdaki muhabbet. hayatın akışı içerisinde evet bunlar normal şeyler ama insan ister istemez hayat başka bir yöne aksaydı da onunla muhabbetim kesileceğine başka birisi ile bir şeyler bitseydi diye düşünebiliyor. ama tabi ki bizim için neyin iyi olduğunu da bilemiyoruz, bir şeyler oluyor ve hayırlısı buymuş deyip geçiyoruz ki hayatın o muazzam akışını kaçırmayalım.

ikili ilişkiler deyince aklıma ilk before serisi geliyor sanırım. serinin üç filmi de güzel ama en çok ilk filmi olan before sunrise’ı izlemişimdir. celine bir sahnede “bu dünyada sihir diye bir şey varsa bu, birisini anlamak bir şeyi paylaşmak çabası olmalı. biliyorum bunu başarmak neredeyse imkansız ama kimin umrunda? çabanın kendisi önemli olmalı.” diyordu jesse ile konuşurken. filmde sevdiğim birçok sahne, birçok diyalog var ama en sevdiğim kısımlardan birisi o sanırım. anlamak, konuşabilmek, bir şeylerin sadece sözlerde kalmadığı hissettirilebildiği ilişkiler kurmak teoride zor değilmiş gibi aslında ama pratikte epey zorluyor. ne bileyim herkes seni seviyorum der evet ama herkes sevmediğim için yemeğin içinden tabağın kenarına ittirdiğim biberleri benim için yer mi? sanmam. sevginin küçük şeylerde, minik ayrıntılarda gizli olmasını ve ince düşünceli insanları çok seviyorum. bir de neyi çok seviyorum biliyor musunuz, dondurma almaya gittiğimde neli dondurma yemek istediğimi dondurmacı eline külahı aldığı o anda bildiğim zamanları. dondurmacı elinde külah benim seçim yapmamı bekliyor, arkamda insanlar benim ne alacaksam alıp gitmemi bekliyor bense kafamda hangi çeşit dondurma ikilisinin birlikte iyi olacağını kestirmeye çalışıyorum ve bu konuda genelde çok kötüyümdür. şu hayatta yaptığım en iyi eşleştirme kuru sarı üzüm ve sarı leblebi ikilisidir, onun dışında bu konularda çok kötüyümdür. avrupa yakası’nda bir bölümde burhan aslı’ya bu çorapların eşi nerede diye soruyordu aslı da “benim kendi eşim bile yok” diyordu, doğru ikiliyi bulma konularında oralarda bir yerlerdeyim.şunu da belirtmek isterim ki kötü kokan peynirleri poğaçanın içinde kullanınca kötü kokusunun gittiği ve lezzetli olduğuna dair bir tezim vardı, son yaptığım poğaçaya istinaden söyleyebilirim ki bu tezim çökmüş durumda. tabağın dibinde kalan elimle bile dokunmak istemediğim küçücük parça köy peynirini de yazık kalmasın oracıklarda diyerek peynirli poğaçanın içine katmıştım ve hâlâ kötü kokmaya devam ediyor. neyse ki bu hayatta ilk yanılışımız değil o yüzden bu durumu kolay atlattım diyebilirim endişelenmeyin.

yazdığım onca oku oku bir türlü bitmek bilmeyen yazılardan sonra bu kadar kısa bir şeyler yazmış olmam bana da biraz tuhaf geldi ama evet burada sona eriyor. yılın bu kısmına kadar her ay bir yazı yazayım amacımdan çoktan uzaklaştım zaten ama yine de küçük bir hayat güncellemesi yapmak istedim diyelim. geçen yıl bu zamanlar yazdığım şeyleri okuduğumda saçmalamalarımın beni eğlendirdiğini fark ediyorum, seneye de bunlarla eğlenirim.

yazı sonu şarkısı: 25 yaşım bana ne yaptı bilmiyorum ama bu aralar en çok serdar ortaç- yeşil su dinliyorum, yaşlandıkça müzik zevkimiz dinlediklerimiz de değişebiliyor demek ki diyelim. ama ben yine de bu aralar sık dinlediğim bir diğer şarkı olan yaşar- nara’yı bırakayım size. bu arada her yerde karşımıza çıkan ali cabbar şarkısı ile ilgili görüşlerim ektedir:





Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

balığın batması ve yan gitmesi hakkında bazı mülahazalar

arkadaşın ne yapıyorsun dediğinde hiç öyle bildiğin gibi aynı şeyler evdeyim deme yarışına katıldın ama rakibin benim

“alo iyi günler ben potansiyelimi harcamak istiyordum da nereye başvurabilirim? evet evet tek çekim olacak hepsini harcamak istiyorum.”