bir kereye mahsus yaşanan her an/ kendi hatasını bir daha düzeltilemeyecek biçimde içinde barındırır/ bana kanatlarımı bıraktırdılar/ bana ihaneti öğrettiler/ başka haber yok/ ikiye bölünmüş bir bütün gibi yaşadım/ bir yanım öbür yanıma düşman/ sağımda kızgın kumlar gezdirdim/ solum üşüyor eski bir anıdan/ mum: alıngan. kendi ateşiyle kendini yok eden yumuşakça/ erimek üzere, varsın kaderine inanırsın/ ölürken fark edilmek, ışığın solduğu zamansın/ hiçbir aşk titremez sonsuza değin, bütünlüğünü yitirişinden ölür bir mum ve insan acıdan ölür bir gün
“tanrı benimle neyi kastetmiş olabilir?” son günlerimin popüler sorusu buydu. 45 kilo insanım kendimi nereye sığdırsam bilemiyorum bazen. her birimizin bu dünyada simgelediği bir şeyler var mı yoksa bazılarımız sadece varız ve bu kadarız mı? çok da düşünmemek ve yaşamak mı gerekiyor yoksa üzüm kekin dibine çökmesin diye bile ne yapsak diye düşünüyoruz var oluş sebebimizi mi düşünmeyeceğiz demek gerekiyor bilmiyorum. tek bildiğim şey; ne pilavın kıvamını tutturmak ne şu ne bu, ben mutfaktan anlıyorum deme eşiği bence marul salatası yaparken kaç kişi için ne kadar marul doğramak gerektiğini kestirebilmek. soslanıp karıştırılıp tabaklara bölünmeden ne kadarlık marul salatası yapıldığı asla anlaşılmıyor. her halükarda fazla yapmış oluyorum ve tabaklara sığsın diye dev bir salata yığını oluyor. bu konu araştırılmalı ve mutfak otoriteleri tarafından bir cevaba kavuşturulmalı. hani bir standa geçirilmiş sürekli dönerek pişen ve halka açık olarak sergilenen bütün tavuklar var ya, onları görmek beni çok huzursuz ediyor. yanlış zamanda yanlış yerdeymişim gibi, bu arada hiç yemedim ama tatlarının kötü olduğuna da neredeyse eminim. hatalarımı şişe geçirmişim ve onları nar gibi kızarana kadar pişiriyorum sanki, hatalardan kurtulma fikri güzel ama geriye tatsız tuzsuz bir şey kalıyor. bu aralar sıklıkla geçmişte hayır dediğim şeylere evet demiş olsaydım veya tam tersini yapsaydım şu an hayatım nasıl bir rota çiziyor olurdu acaba diye düşünüyorum. uzun süre sonra ilk defa deniz gören iç anadoluluğumla hemen bir vapur anısı edindim, vapurda bir anne kızına “bir durul artık yeter” demişti, o an için komikti ama düşününce gerçekten de bu yaşımızda bizim de durulmamız bazı gereken şeyler var. önceden tüm bilmişliğimle otuz yaşında bir insanın hayatının bittiğini düşünüyordum ama artık on sekiz yaşında olmadığım için elbette öyle düşünmüyorum. düne kadar da herkesin hayat akışı tabi ki farklıdır ama benim hayatım akmıyor olabilir mi acaba diyordum, artık onu da düşünmüyorum. tanrının beni kastetmiş olduğu bir sebepten dolayı varım, henüz bunu keşfedememiş olabilirim ya da anlam bütünlüğüme tam olarak hâlâ ulaşamamış olabilirim, içimde paragrafın akışını bozan bazı cümleler barındırıyor olabilirim ve sanıyorum ki bu beni tamamıyla başarısız yapmaz. üstelik şunu da söyleyebilirim ki akışı bozan her cümle doğru bir müdahale ile paragrafın geneline uygun hale getirilebilir, hatta o cümle gayet yerinde ve tadındaysa komple paragrafta değişikliğe de gidilebilir. geçmişteki hayırlar veya evetler belki pek yerinde kararlar değildi, insan olmanın verdiği yetkiye dayanarak bazı hatalar yapılmış da olabilir ama canımız sağ olsun diyoruz ve sıradaki hatayı merakla bekliyoruz. hayatın güzelliği biraz da karşımıza çıkan başka fırsatlarda. tanrının benimle neyi kastettiği hakkında hiçbir fikrim yok ama zaman zaman varoluşumun bir anlama dönüştüğünü hissettiğim anlar yaşıyorum ve tanrı belki de benimle tüm bu anların toplamı olacak bir şeyi kastetmiştir. arkadaşım japonya dönüşü bana dünyalar tatlısı bir el havlusu getirmiş, nasibimin japonya'da olması ve onun bir şekilde bana ulaşmış olması o kadar tuhaf ve o kadar "bir yol çizen var sen sadece elinden geleni yap" hissi uyandırdı ki bu hissi çok sevdim. okuduğum kitapta çocuk hikayeler yazan annesine hepsinin içinde olduğu bir kitap yazmasının eğlenceli olacağını ve bu sayede hep iyi şeylerin olacağını söylüyordu, annesi de şöyle cevap veriyor: "tanrının yazdığı bir kitabın içinde olduğumuzu düşünmenin daha hoş olduğunu düşünmüyor musun? eğer kitabı ben yazıyor olsam hatalar yapabilirdim. ama tanrı hikayenin nasıl en iyi şekilde, bizim için nasıl en iyi şekilde bitirilmesi gerektiğini biliyor.".
sosyal
medyada karşıma sürekli çıkan bir tatlıcı vardı, özellikle kazandibini çok
övüyordu. yorumlara bakıyordum, herkes bayılmış keşke il dışına da servisiniz
olsa şöyle böyle yazmışlar. izlediğim bir filmde “yani yemek yalnızca karnımızı
doyurmaya değil, arkadaşlık bağlarımızı güçlendirmeye de yardımcı oluyor”
diyordu kadın (ramen shop/ 2018). dedim tamam o zaman ben izmir’e gidip bu
kazandibini yiyeceğim gitmişken de bir arkadaşımı göreyim. şaka şaka, önceliğim
tabi ki arkadaşımdı ama kazandibinin de yadsınamaz bir etkisi var yalan yok. en
son iki yıl önce otobüs yolculuğu yapmıştım ama kısa mesafe sayılırdı üç saat kadar
sürmüştü sanırım, bu sefer beni yedi saatlik bir yol bekliyordu. arabayla başka
şehirlerden geçmek o kadar tuhaf hissettirmiyor ama otobüsle geçerken bambaşka
hayatların küçük bir anına tanıklık ediyor olmak güzel bir histi ya da ben
biraz durumu romantize etmiş olabilirim çünkü yedi saatlik yol öyle kolay
bitmiyor. otogarda indikten sonra servis beklerken bir teyze ile tanıştım, yol
acıktırmıştır diyip poğaça vermek istedi aç değilim dedim o zaman su vereyim
dedi teşekkür ederim suyum da var dedim o zaman sohbet edelim bari dedi.
yazlığından geliyormuş o da çok tatlı konuşkan birisiydi, ah ah nerede o eski
izmir ve insanlara dikkat et hemen güvenme temalı konuşmalarından sonra
yanımıza başka bir teyze geldi. emekli matematik öğretmeniymiş, onunla aynı tarafa
gidecekmişiz ve izmir’e ilk defa geldiğimi duyunca gideceğim yeri benden daha
çok sahiplendi tamam sen benimle gel dedi koluma girdi. serviste bir saat kadar
birlikteydik onunla da okuyun meslek sahibi olun temalı konuşmalar yaptık,
yolda gördüğümüz yerlerle ilgili bilgiler verdi anılarını anlattı çok tatlı
donanımlı bir kadındı. benden iki durak kadar önce inmişti arkamızda iki tane
amca oturuyordu beni onlara emanet etti inerken, onlarda sağ olsun her
durduğumuz ışıkta şu kadar kaldı burası şu mahalle gibi beni bilgilendirdiler
bir tur da onlardan aman guzum dikkatli ol nasihati dinledikten sonra sonunda
arkadaşıma kavuştum. izmir’de konuştuğum herkes inanılmaz güler yüzlü ve nazik
insanlardı, bizim içeriye gireceğimizi gördüğü halde kapıyı tutmasını geçtim
kapının kendi kendine kapanmasını bile beklemeden kapıyı kendisi çekip kapatan
şahıs hariç. neyse o da nazar boncuğu olsun diyelim. ertesi gün kazandibi için
yollara düştük. ama öncesinde hamur işi hassas noktamdır ve izmir gevreği
maalesef yüzümü güldürmedi. neyse dedim olabilir, yanımda yüzümü güldürenim var
zaten ve yolun sonunda kazandibine kavuşacağım. sıcak çölleri, dalgalı
denizleri, yosunlu bataklıkları aşmadık belki ama epey yol gittik ve hayal
kırıklığı ile o büyük buluşma yaşandı. evet güzel bir tatlı yedim ama çok mu
güzeldi? ya da belki benim beklentim çok büyüktü bilmiyorum, ayrıca arkadaşımın
marketlerde satılanlarla tadı aynı bence demesi hiç yardımcı olmadı. o
aldatılmışlık ve mahvolmuşluk hissi ile tamamını bitiremedim bile, paket yapayım
isterseniz diyen garsona da yok dedim kalsın. yanımda elle tutulur bir hayal
kırıklığı taşımak istemedim. mümkün olan her şekilde kazandibi travması olayını
dramatize ettikten sonra (hâlâ devam ediyorum dramatize etmeye çünkü bir
kazandibi tarafından kandırıldım) günün geri kalanı mükemmeldi.
anlamlandıramadığımız ama sanatçı yaptıysa vardır bir bildiği dediğimiz
şeylerle dolu bir sergi gezdik, “bizi insan yapan ilk şey sarınmak, bağlı
olduklarımız bize beden verir kumaşlar için doğarız” cümlesinden ‘sarınmak’
kelimesi de bu sergiden bize miras kaldı diyelim. bana bu şehirden anı olarak
kalsın ilk sayfasında tarihin altında izmir yazsın diye kitap almak istedim
minik bir sahaf bulduk oraya girdik. yıllardır çocukken okumuş olduğum kitabın
içinden bir kısmı çok net bir şekilde hafızamda yer edinen ama ismini ve
devamını bir türlü anımsayamadığım kitabı orada görünce hemen hatırladım, benim
için tatlı bir izmir anısı olmuş oldu. arkadaşım bana görüp görebileceğim en
güzel gün batımını göstereceğini iddia etti ama bilmiyordu ki zaten onun
yanında yaşadığım her şey çok güzeldi -kazandibi hariç-. sahilde oturduk biraz
ve bir kez daha sahilde oturabileceğin bir şehirde yaşıyor olmanın ne kadar
büyük bir nimet olduğunu fark ettim. ileride bir gün öyle bir şehirde
yaşayabilecek olma umuduyla günü batırdık. minik bir caz konserine denk geldik,
dedik e hadi dinleyelim ne kadar kötü olabilir ki zaten günün olumsuzluk
seviyesini kazandibi tek başına karşılamıştı (hayır kazandibine kinlenmedim).
insan yanında gülebildiği birisi olduğu zaman attığı adımdan aldığı nefesten
bile keyif alıyor (kazandibinden keyif almadım), benim için de öyle güzel
birkaç gündü. umarım biraz grip olduğu için arkadaşıma yaptığım ve hiçbir hasta
insanın o kadar kötü bir çorba ile muhatap olmaması gereken çorbam ve ben de
arkadaşım için keyifli birer anı olmuşuzdur. ısparta’ya döndüğümde adımını
nereye atacağını bilmenin, köşeyi döndüğünde neyle karşılaşacağını bilmenin de
bir nimet olduğuna karar verdim. sanırım bir yerde evinde hissetmek o aşinalık
hissini beraberinde getiriyor. otobüsten indiğim andan itibaren evime gidene
kadar sanki yolda karşılaştığım herkesi daha önce görmüş gibiydim ve bunun da
güzel bir şey olduğunu biraz uzak kalınca fark ettim. aşinalık
hissini seviyorum. neyse zaten yüksek lisansımı bitirip köye yerleşeceğim,
dedemlerin ilgilenen olsa bir şeyler yetişir dediği boş tarlayı
değerlendireceğim, ilk seçimlerde muhtarlığa adaylığımı koyacağım, vloggerlığı
bitirip bloggerlığı tekrar dirilteceğim bir de utanmazsam ağaçları bunun için
mi kesmişler dedikleri bir kitap yazarım şimdilik gelecek hayallerim bunlar ben
şehirde tutunamıyorum demek isterdim ama böceklerden korkuyor olmam gibi minik
bir engel var köye yerleşmek hususunda.
yazı
sonu şarkısı: bu aralar ay yok dinlemem ben bunu dediğim ne varsa dinliyorum, o
yüzden alişan- hele bi
Yorumlar
Yorum Gönder