her şey çok eksik ve neredeyse yok gibiyken/ buldum buluşturdum kendime geldim/ tek eksik sensin! incecik, çilli bir dille sen de gelsen/ ben sana kırmızı kiremitli bir çatı/ begonviller ve bir mavi kapı/ ve illa amansız bir avlu getirsem/ dünya soğur, akşam serinlerken/ benim sensiz sevinecek bir şeyim yok/ kılı kırk yardım, altını üstüne getirdim/ ve işte en geniş cümlem:/ içimi açtım sana/ içini açmak için.

 

acaba evet deseydim daha ılımlı olsaydım bu kadar kesin ve net çizgilerim olmasaydı sonucu nasıl olurdu beni neler bekliyor olurdu diye düşündüğüm şeylerin oranında bir artış hissetmeye başladım. belki bir daha bu yaşlardaki kadar özgür karar veremeyeceğini fark ettim, karşıma çıkan fırsatları bir tık akıl süzgecinden geçirdikten sonra tamam olur hadi yapalım demeye başladım artık. uygun zaman doğru insan mükemmel hava diye bir şey yok çünkü, şimdi var. geçenlerde cunda'ya giderken kahvaltı yaptığımız mekanda  babamın teklif etmiş olduğu az pişmiş (sarısı su gibi akıp gidiyordu ve kesinlikle pişmemişti ama onun kıvamı buymuş???) yumurtayı çok net reddettim. her ay tamam bu ay artık haftada bir yumurta yiyorum diye yola çıkıp ilk hafta yiyip sonrasında yok mümkün değil diyen birisi için çiğ (piştiği iddia edilen) yumurta yemek hatır için bile mümkün değildir. zaten hatır için çiğ tavuk yenir ama onu teklif eden de olmadı öyle olsa bir düşünürdük canım (canını ve canımı seven kimse teklif etmesin). geleceğe dair yapılan planlar ve herhangi bir konuyu mesajlaşarak halletmeye çalışmak çok yormaya başladı beni. imkanlar dahilinde ne yapılacaksa hemen hadi deyip yapalım ve birisi bir şey söyleyecekse bir alo desin gelmezsem gençliğim solsun. yaşlanmak böyle bir şey mi acaba eğer böyleyse epey keyif alıyorum. yıllardır hiç kahve içmiyordum ama son birkaç seferdir kahve tekliflerini hiç reddetmedim mesela, pek de özlememişim tadını ama sonuçta neden içmeyeyim ki. radyo televizyon okuyan arkadaşımın (yani 123zerdali) teklifi üzerine onunla bir derse bile girdim. üniversitede okurken hem yüksek lisans yapan hem bizimle beraber okuyan birkaç kişi vardı ve ne yaptıklarına asla anlam veremezdim. kendimden küçük gençlerle bir arada olunca fark ettim ki muhtemelen onlar da bizim ne yaptığımıza anlam veremiyordu. bu aralar farklı yaş gruplarından insanları gözlemlemeyi ve hayatın onların bakışından nasıl göründüğünü anlamlandırmaya çalışmayı seviyorum sanırım. yaşlılığın bir diğer emaresi olarak yazım hataları beni rahatsız etmiyor artık. ayrı yazılması gereken bağlaçları birleşik yazmış, noktalama işaretinden önce boşluk bırakmış hiç önemli değil isterse herkez yazsın. evet değiştim ve geliştim diyebiliriz.

okuduklarım ve izlediklerim hakkında yazmayı özlediğimi her seferinde fark ediyorum ama artık bunu yapmak için enerjim yok sanırım. ya da yazmaktan ziyade tüm bunlar hakkında konuşmak daha cazip geliyor ama her zaman için konuşacak birisini bulmak da mümkün olmuyor. iki ayda bir bile olsa bir film ya da bir kitap hakkında konuşmak üzere bir araya geldiğim küçük bir grup olsun isterdim ama maalesef görüyoruz ki yetişkin hayatı bazen buna vakit ayıramayacak yoğunlukta olabiliyor. çünkü herkesin kendisine ayırabileceği kısıtlı bir vakti oluyor ve kimse o kısa zamanı bu ay okuduğumuz kitap/ izlediğimiz film hakkında konuşacaktık bu kitabı okumalıyım/filmi izlemeliyim stresi altında geçirmek istemiyor haliyle. neyse ben de kendi kendime konuşacak değilim elbette. baktım bir konu hakkında çok konuşmak istiyorum açarım bilgisayarımı buraya yazarım, zaten bu blogun amacı biraz da kendi kendime konuşma ihtiyacımı meşru kılmak. en son the help filmini izledim. son zamanlarda bir şeyler izlerken bile elim telefona gidiyordu bir türlü izlediğim şeye odaklanamıyordum ama bu filmi izlerken hiç başka bir şeyle ilgilenme ihtiyacı hissetmedim. umarım bir mucize olmuştur ve dikkat süremi geri kazanmışımdır. film 1960’lı yıllarda geçiyor, siyahilerin ikinci sınıf vatandaş olarak görüldükleri evlerde hizmetçi olarak çalıştıkları yıllar. dünyada uzaklarda yanı başımızda hâlâ ırkçılık var ama belki günlük hayatta filmlerde olduğu kadar net bir şekilde şahit olmadığım için bazen hayatı çok güllük gülistanlık zannediyorum. haberleri biraz daha fazla seyretmeliyim sanırım. duyarsız olup biten her şeyden bîhaber birisi olduğumu düşünmüyorum ama sadece tüm bunlarla biraz daha ilgili olabilirim belki de. daha ön planda olduğu için son zamanlarda yaşanan kudüs olaylarından örnek vereyim mesela, din dil ırk ayırt etmeksizin orada yaşananları vicdan sahibi herkes kabul edilemez buluyor zaten ve bu konuda boykot dua etmek tüm bu olayları gündemde tutmaya devam etmek gibi ellerinden ne gelirse yapıyor herkes, yapıyoruz. ama tüm bunların dışında orada olan şeyler için bir müslüman olarak ekstra bir aidiyet duygusu hissetmediğimi fark ettim. tüm bu yaşananlar dünyanın neresinde olursa olsun yine böyle hissederdim. bu bir eksiklik sanırım benim için, bu yaşıma gelene kadar bu konu hakkında ne hissediyor olmam gerektiğine yeterince maruz kalmadım sanırım ya da daha fazla okuyup öğrenmiş olsaydım daha mı farklı hissederdim, “dava” diyip daha mı çok benimserdim ya da bu beni kötü bir müslüman yapar mı bilmiyorum ama dua etmeye devam ediyorum. mesela namazlarımın sünnetlerini biraz aksatıyordum açıkçası çok da düzenli kılmıyordum ama tüm bu olaylardan sonra daha çok dikkat etmeye başladım bu hususta. duamın kabulü için yapmış olduğum ibadetin de daha içten daha tam olması gerektiğini düşündüm sanırım bilmiyorum. biraz daha aidiyet hissedebilmek adına yapılan yürüyüşlere katıldım, bu konu üzerine bir şeyler okudum. belki biraz daha üzerine düşmeliyim bu konunun. böyle de konu konuyu açtık filmden uzaklaştık biraz ama bir şeyler hakkında konuşmak tam da konunun konuyu açması değil midir zaten, biz yine de filme dönelim. eugenia çocukluğunun geçtiği yere dönüyor, artık evlenmesini bekleyen annesi pek memnun olmasa da bir gazetede yazar olarak işe başlıyor. evlilik çokça sabır ve anlayış isteyen bir mesele. sanırım ancak iki kişi birbirini çok sevdiğinde sürdürülebilir bir kurum, çünkü ancak birisini çok seversem haklı olduğum halde alttan alırım ve başkası yapsa hoşlanmayacağım şeyleri hoş görebilirim. evlilik sevilmek için elindeki son kozunu oynadığını hissetmek üzerine değil de anlamlı bir şeylerle inşa edildiğinde anlam kazanıyor sanırım. eğer bir gün birisini çok seversem ve aşkı kendi penceremden paylaşacak olursam sanırım daha çok temellendirebileceğim bu kısmı ama şimdilik sadece varsayımlar üzerinden hareket ediyoruz. ama umarım aşk kahvaltı masasında sıcacık simide oda sıcaklığına gelmiş tereyağını sürmek için yağın üzerinde bıçağı kaydırdığımızda hissettiğimiz o yumuşak histe saklı süzme bal gibi akışkan soft bir histir umarım, biraz daha devam edersem çayı hep açık içerdi çünkü demli olunca bardağın öbür tarafından beni göremezmiş öyle derdi edebiyatına doğru yol almaya başladım aman allah korusun. neyse esas kızımız eugenia yapılmamış olanı yapıp siyahilerin de bakış açısından yazmak istiyor, onlardan anılarını hayatlarını paylaşmalarını istiyor. kolay olmuyor ama güzel dostluklar kuruluyor belki da başka güzellikler için önayak olunuyor. chris evans oynadığı için izlenecek filmler listemde yer alan knives out’u da bir ay içerisinde üç kere izledim sanırım, çünkü akıp giden güzel bir filmdi ve her “ne izlesek ya?” sorusuna cevap olarak önerilebilecek bir filmdi. yine olsa izler miyim, evet ama elbette hiçbir film izlenme sayısı açısından ölümlü dünya’yı tahtından edemez sanırım. bir aralıkta ikinci filmi çıkıyor ve elimde iki biletle e hadi sinemaya gidiyoruz diyerek emrivaki yapacağım kişiler umarım kendilerini buna hazırlamışlardır.

yaklaşık bir buçuk yıl aradan sonra tekrar öğretmenlik yapmaya başladım. şunu söyleyebilirim ki işe başladığınız ilk gün bulunması zor olsa da en sevdiğiniz çiçeklerden birisi ile sürpriz yapan bir arkadaşınız varsa hayat çok daha kolay. bir ay kadar oldu hâlâ hiçbir sınıfı ağlayarak terk etmedim hatta eve geldiğimde bile ağlamadım bakın bu bir başarıdır. zaten o günleri geride bıraktık ve o anların da hiçbir şahidi yok derken eski okulumdan birkaç öğrenci ile karşılaştık, buraya geçiş yapmışlar. evlatlarım büyümüş de iyi yerlere gelmiş gibi hissettim bu olay beni beklemediğim kadar mutlu etti. öğretmen olma aşamalarında bir basamak daha atladım gibi hissettim, utanmasam her gün yanlarına gidip kuzum var mı istediğiniz bir şey nasılsınız rahat mısınız diyeceğim, eeee kolay değil onlar benim ilk göz ağrılarım. şimdilik fena gitmiyorum ama her gün acaba bugün yapabilecek miyim endişesi henüz gitmedi. sanırım alışma sürecinde tüm bunlar oldukça normaldir ve kendimizi sürekli ay acaba diye sorgulamamamız gerekiyordur. acaba her öğretmen mesleğinin başında böyle bocalamalar yaşıyor mu yoksa tamamen benim şuursuzluğum mudur bilmiyorum ama her ne kadar aldığım maaşın ay sonunu görmeyeceğini bilsem de bu işi yapmaya çalışmayı seviyorum, şunun şurasında birkaç hafta daha çalışacağım o yüzden süreçten mümkün olduğunca çok keyif almaya bakıyorum. çalışma hayatı insanı epey yoran bir şey, bazen gün sonunda hiçbir şey yapmaya takatim olmuyor ama o zaman diyorum ki hayır kendine gel yetişkin hayatında yedi buçukta evden çıktım beşte eve geldim daha da bir şey yapamam gibi bir seçenek mevcut değil. kendimden bir tane olduğunu göz önünde bulundurarak ve çok fazla bölünüyor olmanın en azından kendi açımdan beni verimsizleştirdiği yargısına varılarak bir yıllık kalkınma planlarımda bazı revizelere gidildi ama sorun yok. sadece biraz unutkan olmaya başladığımı fark ettim. gün içinde bir mesaj geldiyse hemen o an olmasa da muhakkak cevap verirdim mesela, bazen cevap vermeyi unuttuğum mesajlar, geri dönmediğim cevapsız çağrılar oluyor. eğer ajandaya not etmediysem unuttuğum işler oluyor. ama her şeye rağmen bu yoğunluktan memnunum çünkü kendimi iyi hissediyorum, yaralı ama savaşı kazanmış bir komutan gibi desem altı üstü iki ders anlatıyorsun abartma diyebilirsiniz ama herkesin savaşı kendine diyelim. ayrıca iki bin bilmem kaç doğumlu insanların liseye gidecek kadar büyümüş olması çok tuhaf geliyor. bir taraftan benden on yaş küçük tatlış öğrencilerimle muhatap oluyorum, günün geriye kalan büyük bir kısmında benden en az on yaş büyük insanlarla hatta bazen benim yaşım kadar çalışma hayatı olanlarla vakit geçiriyorum. hal böyle olunca küçük bir dengesizlik yaşıyorum ama öğretmenler odasında olmak da sınıfta öğrencilerle olmak da bana bir şeyler öğrettiği için şimdilik hoşlandığım bir durum. eğer ağlamama zincirimi devam ettirebilirsem keyifli bir anı olarak hatırlayacağım günler geçireceğimi umuyorum, hoş ağlasam da sonradan komik bir anıya dönüşüyor yani sorun yok.

yaz aylarındaydı sanırım bir yerden dönerken otobüs duraklarının olduğu yerde keman çalan birisine denk geldim, önüne bir miktar para bıraktım hadi sıradaki şarkıyı sen seç dedi. ay böyle sorulunca da insan daha önce müzikle hiç tanışmamış mağarada yaşıyormuş da ateşi yeni bulmuş gibi kalakalıyor. keman görünce de akla ilk olarak çok talihsiz bir şekilde fikrimin ince gülü geliyor, onu bir kere daha çalarsam esnaf beni kovacak başka bir şey olsun dedi. dedim e madem sezen aksu’dan bir şeyler olsun. hangi şarkıyı çaldığını şu an hatırlamıyorum bile ama bir bankta oturduğum bir taraftan eridiği için hızlı hızlı dondurma yiyip bir taraftan da boşluğa baktığım o an fotoğraf karesi gibi aklımda. derdimden falan da değil de işte insan keman sesi duyunca bir uzaklara bakma ihtiyacı hasıl oluyor. böyle küçük, hayatın hızlı akışı içinde dengeyi sağlayan anları seviyorum ve kıymetli buluyorum. umarım ben de birilerinin hayatına minik tatlı kesitler sunabiliyorumdur. her zaman için güzel anlarda da yer almıyoruz zaten kim bilir kimlerin anılar defterinde bir gül yaprağı olmak yerine gülsüz sırf diken oldum ama diken olduğum anların sayıca çok olmamasını umuyorum. zaman zaman tahammül edilemez birisine dönüşüyorumdur muhakkak, özür dilemeyi bilmediğim zamanlar da vardır, fevri çıkışlarım olabilir, net davranmadığım tutarsızlık abidesine dönüştüğüm günler de olmuştur, haksız olduğum halde gönlümün alınmasını da beklemişimdir, huysuzluklarımla güzel bir anı da mahvetmişimdir. ama üç beş iyi yanım da vardır ve tüm bunların toplamı, aralarında kurduğumuz denge bizi insan yapıyor. en azından çabalıyorum işte, doğru veya yanlış herkesin olduğu gibi bu benim de ilk hayatım. bazen hayatımız dev bir imdat sesine dönüşüyor, bazen de bir imdat çağrısına cevap olabiliyoruz. evet keman çalarak birisinin yaz gecesini güzelleştirmeyeceğim belki ama en azından keman çalmayarak bir şehrin tümüne iyilik yapacağım. insan işte kendisini böyle bilecek. çok sevdiğim bir arkadaşım (<3) geçenlerde poğaçanın üzerine yumurta sarısı sürerken yaşadığımız telaştan bahsetmişti. ayırdığım yumurta sarısı poğaçaların üzerine yetecek mi yetmezse dünyanın sonu değil ama şimdi yeni bir yumurta kırsan sarısı muhakkak artacak beyazı buzdolabında sonra kullanılır denilerek kaldırılmış halde bekleyecek ve asla kullanılmayacak, ilk başta fırçaya bol bol alınarak sürülen yumurta sarısı tepsinin sonlarına gelindikçe iyice az alınmaya başlar fırça yumurta sarısına şöyle bir değdirilir, son çare ilk başlarda bol bol yumurta sarısının sürüldüğü poğaçaların üzerinden fırça yardımı ile yumurta sarısı alınmaya çalışılır ama bu sadece insanın kendisini kandırmasıdır. sonuç olarak bir iki poğaça ya az yumurta sarılı ya da yumurta sarısından mahrum halde fırına uğurlanır. çok basit gündelik bir mesele belki ama hayata biraz da bu açılardan bakmayı ve böyle güzel pencereler açan insanların hayatımda olmasını seviyorum. yeni insanlarla tanışma motivasyonumu tekrar kazandığım için de mutluyum. belki bir daha denk gelmeyeceğim insanlarla ayak üstü yapılan, plansız küçük sohbetlerin günümü güzelleştirmesine de bayılıyorum. mesela geçen gün kitapçıda ne kitap alsam diye bakınırken kitapçıda çalışan çocuk birkaç kitap önerdi onlar üzerinden sohbet etme fırsatımız oldu ve bu iyi hissettirdi. mesela otobüs durağında beklerken birisi havalar da soğudu minvalinde bir sözle konuşmayı başlatıyor bazen ve sonra başka otobüslere binerek yolumuz bir daha kesişmemek üzere ayrılıyoruz ama birbirimizde tatlı bir sohbet anısı olarak kalıyoruz.

insan akşam soğukta titreyerek, artık mont giyme havasının geldiğine kanaat ederek ve bir yandan da yıldız tilbe’den hastayım sana dinleyerek eve yürürken çok şey düşünüyor. mesela bu üzerine bastığım sararmış yapraklar ne zaman çıtır çıtır ses çıkaracak. sonra bir bakıyor ki sonbahar nedir ne değildir demeden kış gelmiş. daha bir ay önceydi ayvalık’ta bir bankta oturup denizi izleyişim, zaman ne çabuk geçiyor ve rastgele bir sokakta yürürken yolu denize çıkan insanlar ne kadar da şanslı. bu arada eğer bir cami olsaydım hangi cami olurdum onu da bulmuş oldum; ayvalık’taki çınarlı cami. kiliseden çevrilerek cami yapılmış her iki taraftan da bir şeyler barındırıyor içinde atmosferi çok hoştu ve içinde namaz kılmaktan en keyif aldığım camilerden birisiydi. zaten genel olarak hem ayvalık hem de cunda tarafında bayıldım, muhtemelen nispeten sakin olduğu bir sezonda gitmiş olmamın da bir etkisi vardır ama hadi seni burada bırakıyoruz deseler tamam olur demeye çok hazırdım. içimdeki bu sahili olmayan yerde yaşanmaz sevdası nereden geliyor hiçbir fikrim yok ama umarım gelecek günlerin birisinde beni iş çıkışında sahilde yürüyüş yapabilmeli günler de bekliyordur. kısa vadede tek temennim kahve fincanlarının bulunduğu tepsiyi taşırken fincanların tabaklarına kahve dökmemeyi başarabilmek. tepsiye bakmadan yürürsek kahvelerin dökülmeyeceği tezi de doğru değilmiş onu da tecrübe etmiş oldum. bazıları kahveyi her zaman fincanın içinden taşırarak tabaklarına döker ve bu da en az kahvenin dökülmemesi kadar normaldir. yani en kötü ihtimalle kahvenin bir kısmı döküldüğü için kırk yıllık hatır sayısında azalma gözlemleyebiliriz. hayatımda normalleştirmek istediğim bir diğer konu da artık biber dolmasının biberlerini yemeyi reddediyorum. yemeğin içinden biberleri tek tek seçen birisi olarak komple biberden oluşan bir yemeği yiyor olmam zaten oldukça mantıksız olurdu ve bugün itibariyle biber dolmasının biberlerini yeme haklarımın tümünden vazgeçtiğimi gönül rahatlığıyla kamuoyuna duyurabilirim.

yılın son yazısı buydu, yılbaşında ne yapıyor olacağımı merak eden varsa büyük ihtimalle avrupa yakası yılbaşı özel bölümlerini izleyerek geçireceğim. şimdiden huzurlu seneler.

yazı sonu şarkısı: nil karaibrahimgil- yalnız kalpler de atarlar

Yorumlar

  1. yazı başlığının yüreğimi delip geçmesiyle beraber bana bolca içten gülümsemeler yaşattığın bu yılın son yazısı için çokça teşekkürler... yılbaşını iple çekiyorum 💖💖💖💖

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ay ay ay asıl ben teşekkür ediyorum 😽💙✨🌻💚🌟💖🌈💛

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

balığın batması ve yan gitmesi hakkında bazı mülahazalar

arkadaşın ne yapıyorsun dediğinde hiç öyle bildiğin gibi aynı şeyler evdeyim deme yarışına katıldın ama rakibin benim

“alo iyi günler ben potansiyelimi harcamak istiyordum da nereye başvurabilirim? evet evet tek çekim olacak hepsini harcamak istiyorum.”