kapımı çalmanı istiyorum leyla/ o kadar evde yokum ki anlatamam/ insan insana aşık olmaz güzelim/ insan insanın yanında bile durmaz/ bak hala görmedin mi yoksa mecnunu/sen sanıp çölün öpmedi mi kumunu/ şundandır her dem kalbe yayılan sızı/ neyi sevdiysek dolandı kanatarak/ dikenli bir tel olup seven her tarafımızı/ elbet her fani gibi ben de bir faniyim/ sen de bir fanisin leyla jiletin varsa göstereyim
evde
kazandibi yapmaya karar vermeden önce kendinize sormanız gereken bazı sorular
var. bunu yapmayı gerçekten istiyor muyum? eğer kazandibi yapmayı denemezsem bu
hayattaki varlık amacıma ulaşamayacak gibi mi hissediyorum? yapmam çok mu
gerekli? gibi birtakım sorulara cevabınız evetse bu maceraya atılabilirsiniz.
biraz da tecrübe konuşsun sen bu konuda ne düşünüyorsun derseniz evde
dizlerinize battaniye örtmüş kitap okurken bir anda eli silahlı yabancı birisi
gelip kazandibi yapacaksın yoksa seni vururum falan demediği sürece çok da
gerekli bir aktivite değil. hayatımın önceki bölümlerinden belki hatırlarsınız
izmir’e kazandibi yemeye gitmiştim, hiç de övüldüğü kadar güzel çıkmamıştı ve
ben o günden sonra kazandibine, sosyal medya övgülerine ve insanlığa olan tüm
inancımı yitirmiştim. bunu her psikolog bilmez ama iki dönem okuyup kaydımı
sildirdiğim sosyoloji bölümünün bana verdiği yetkiye dayanarak söyleyebilirim
ki kazandibi travmasını atlatabilmenin en iyi yolu evde kazandibi yapmaktır.
birkaç kere niyetlensem de ortaya kötü bir şey çıkarsa daha da mahvolurum diye
düşünerek bir süre bunu erteledim. bir gün en kötü ne olabilir ki en fazla
hayatım boyunca hiç kazan bile görmek istemeyebilirim diyerek her şeyi
yeterince dramatize ettikten sonra bu işe giriştim. tarifi veren kişi aynı
zamanda çok güven de verdiği için içinde pirinç unu kullanılan bir tarifi
seçtim ve beyaz ve toz olan her şey gözüme un gibi gözüktüğünden annemin
kavanoza kattığı pirinç ununu diğer beyazlardan ayırt etmesini bekledim. mesela
un ve nişastayı sık kullandığım için kavanozların üzerine yazıyorum
karıştırmamak adına çünkü hayat ilk bakışta un ve nişasta ayrımını yapabilmeyi
öğrenecek kadar uzun değil. bir şekilde malzemeleri bir araya getirdikten ve
neden durduk yere yağsız süt aldığımı sorguladıktan sonra bu tarifte kazan
görevini görecek bir alüminyum tepsiyi ocakta ısıttım yanık dibi rolünü
üstlenmesi için birkaç kepçe muhallebiden döküp ocağın üstünde yanmasını
bekledim. söylememe bile gerek yok tabi ama bir şeyleri yakmakta usta olduğum
için bu kısmı oldukça sorunsuz bir şekilde hallettim hatta kazandibi
tarihindeki en iyi dibi tutmuş kazan (ya da tepsi) bu olabilir ama mütevazı
olmak adına böyle iddialarda bulunmuyorum. sonrasında kalan muhallebiyi üzerine
döktüm ve “tepsinin dibini tutturduk da muhallebi o kısmı nasıl tutacak acaba
yoksa yanık yeri tamamen tepsiye mi yapıştı” adlı uzun bir bekleyiş başladı ama
bunun da cevabına ancak tatlıyı buzdolabına kaldırdıktan ve yeterince
soğuduktan sonra çıkardığımızda öğrenebiliyoruz. akşam çayları katıp hemen
tatlıları da getiriyorum dedikten sonra tatlıyı tepsiden çıkaramamak ve bu
tatlı aslında böyle yeniyormuş diyerek koca tepsi ile götürmek de var işin
ucunda ama öyle olmaması için tepsiyi dualarla buzdolabına uğurluyoruz. neyse
ki sonucu herkesi mutlu etti. burada da karşımıza tamam tatlı yedik tatlı
konuştuk da dibi tutmuş tepsiyi kim yıkayacak sorusu karşımıza çıkıyor. ben her
ne kadar böyle şeyleri annelerin yapması gerektiğine inansam da gün sonunda o
iş yine bana kalacaktı. neyse ki tatlının bittiği ve tepsinin yıkanacağı akşam
ben evde değildim ve ben gelene kadar yıkanmıştı. neye istinaden böyle
düşünüyorum bilmiyorum ama bazı şeyleri hayatım boyunca hiç yapmayacakmışım
gibi geliyor bana. mesela hiç bakla pişirdiğimi hayal edemiyorum bu annelerin
yapacağı bir şeydir. ya da hiç bozuk bir elektronik eşyayı tamir etmeye
çalışırmışım gibi gelmiyor bu da babaların işidir. yalnız algılarımın bu denli
ataerkil oluşu ve kadın erkek işi ayrımı noktasında bu kadar keskin düşünüyor
olmam bana kaderimin bir oyunu olabilir mi çünkü bunun böyle olmadığını
anlatmak için yüz sayfa tez yazdım ben. tez demişken inşallah en geç ağustos
ayında artık bir yüksek lisans öğrencisi olmayacağım. savunma yapsam da
yapmasam da öğrenim sürem dolmuş olacak. ales’ten seksenin altında alırsam
başvurmam seksenin üzerinde alırsam başvururum diye düşünerek sınava girdiğim
ve sınavdan seksen puan aldığım, sonrasında aman başvurayım zaten kabul almam
ya eksik belge teslim etmişimdir ya da mülakattan elenirim dediğim ve bir
şekilde başlayan yüksek lisans sürecinin sonuna geldim sayılır hemen hemen.
okumayı yazmayı seviyorum diyerek hobi olarak başladığım bu süreçte ortaya
eksikleriyle de olsa bir şey çıkarabildiğim için oldukça mutluyum. tezim
savunmada geçer geçmez mezun olurum kısmı o kadar da önemli değil benim için
soran olursa yüksek lisans yaptım demek dışında başka ne işime yarar onu da
bilmiyorum ama kenarda bir diplomamız daha durur öyle iyi olur. ve ağustos ayı
itibariyle galiba eğitim hayatımı da sonlandıracağım, hayatımda altı yaşımdan
bu yana öğrenci olmadığım bir süre zarfı olmamıştı biraz bocalayacağım
muhtemelen ama belki de herkesten gizli tekrar sosyoloji okumaya da
başlayabilirim çünkü neredeyse otuz yaşına gelmişken yok bitmedi hâlâ okulum
derken biraz utanıyorum artık. her şey tadında güzel. ama öğrenci olmak da çok
güzel.
bir
zamanlar sahip olduğumuz, elimizin altında olan şeyleri kaybedince bir anda
nasıl da bocalıyoruz. insan kardeşlerinden uzak olunca kıymetlerini daha iyi
anlıyor. bizim isteğimiz dışında kurulan bir bağın bu kadar kuvvetli olması
gerçekten ilginç bir şey. ortanca çiçeğim çayı şekerli içtiği için o evden
gidince şekerliği nereye koyduk dolu muydu boş muydu çay kaşıklarını nereye
koyuyorduk hiç bilmiyoruz, eve çayı şekerli içen birisi geldiği zaman kısa
süreli bir panik yaşanıyor. küçücüğüm evde olmayınca yemek masasında tabağımda
kalanları ben bitiremeyeceğim galiba diye kimsenin önüne koyamıyorum, kimseyi
bilgisayarla oynarken o an asla gerekli olmayan sorular sorarak kulaklığını beş
yüz kere çıkarmasını gerektirecek sorular sorarak rahatsız edemiyorum.
kardeşlerim yanı başımdayken canım mı sıkılıyor hemen kalkıp gözüme kestirdiğim
bir tanesini onlar açısından bakınca rahatsız ediyordum kendi açımdan
bakıldığında sevgi gösterisinde bulunuyordum. her cuma günü geldiğinde “bugün
cuma enseni kapa” diyerek birisinin ensesine vurma ritüelimiz vardı mesela.
hayat bazen böyle güzelliklere her daim erişimimizin olacağı kadar nazik bir
yer değil. ama biri olmasa başka bir şey oluyor, hayat bize başka güzellikler
sunuyor yine de. mesela müslümanlığın ve ibadetlerin bir yere ait olduğum hissi
vermesi güzelliğini çok seviyorum. kimlik arayışı ya da tutunacak dal
ihtiyacımızı gidermede destek oluyor bize. hiçbir şey yoksa kıyıda köşede bu
var elimizde. epeydir yatsı namazlarına camiye gitmiyordum geçenlerde
arkadaşımla buluşmadan önce namazı kılıp öyle geçeyim diye düşünmüştüm,
namazdan sonra yanımdaki kız bana dönüp “çok güzel kokuyorsun parfümün ne
acaba?” diye sormuştu, hem camide güzelce namazımı kıldım hem çok tatlı bir
iltifat aldığım için gecem güzelleşti alın size islam’ın güzel ve birleştirici
yanına bir örnek. işin nezaket kısmını bazen o kadar unutuyoruz ki
karşılaştığım her ince düşüncede, her iltifatta sıcacık simidin üzerinde eriyen
tereyağı gibi hissediyorum. kahve aldığım dükkanda hasta olduğumu gören garson
(kahve hazırlayan kişiye ne deniyordu garson değil ama olsun internetten de
bakmak istemedim şimdi) su istediğimde hastasın dolaptan vermeyeyim dediği için
mesela orası artık benim favori kahvecim oldu, tabi bunda hep latte içiyorum
sıkıldım ama az kahveli bir şey istiyorum ne önerirsiniz diye sorduğumda
hindistan cevizi seviyorsan bana bırak diyerek içtiğim en hafif ve güzel
kahveyi yapmış olmasının da etkisi büyük. bir amcaya adres sormuştum önce
güzelce anlattı sonrasında dur ben götüreyim seni dedi dükkana kadar bıraktı,
dükkan sahibine de kızımızın işini hallet dedi, hiç gerek yoktu mesela böyle
bir şey yapmasına sorduğum adresi bilmiyorum bile diyebilirdi ama güzelce tarif
etmekle kalmadı galiba benim sağını solunu karıştıran birisi olduğumu fark ederek
gel ben götüreyim dedi, kalmadı artık böyle nezaket sahibi beyefendiler.
geçenlerde
bilekliğimin klipsi çıkmıştı onu yaptırmak için bir dükkana girdim. oradaki abi
öğrencisin herhalde dedi, evet dedim yüksek lisans yapıyorum. (şaşırma içerdiği
için hepsi büyük harflerle yazılmış gibi okuyabilirsiniz) “abim maşallah allah
nazarlardan korusun ben lise diyeceksin diye bekliyordum o kadar büyük müsün?”
dedi. neyse en azından 26 yaşıma ufacık tefecik, minicik, küçül de cebime gir
kadarcık şeklinde gözüktüğümü düşünerek giriş yapacağım ve ansızın bir yıl önce
bozulan saatimi hâlâ tamirciye götürmediğimi hatırladım. keşke o da benimle bu
günleri görebilseydi ama inanıyorum en geç birkaç ay içerisinde kendisini
yaptırmış olacağım. hayatı mı kaçırıyorum ben kaçıyorum hayat mı kovalıyor
bilmiyorum ama şimdi konuyu çok alakasız bir yere bağlayacağım, canım hiç yeni
paragraf açmak istemedi buradan devam ediyorum. pikniğe gittiğimizde en son
kardeşimin elinde gördüğümüz ve kendisinden bir daha haber alamadığımız kayıp
bir çaydanlık kapağımız var, yani vardı. nerede ve nasıl bilmiyoruz ama ansızın
kayboldu. bazen ben de böyle hissediyorum birilerinin hayatından öylece
çıkıvermişim gibi. biz o kayıp çaydanlık kapağının yerine kullanmadığımız başka
bir çaydanlığın kapağını koyuverdik. tam olarak onun yerini tutmadı, o kadar
uyumlu olmadı, rengi de farklı ama iyi kötü o işlevi görüyor ve biz gün
geçtikçe kayıp kapağın eksikliğini daha az hissediyoruz. hatta işin ucunda bir
çaydanlık kapağına sahip çıkamadın diyerek kardeşimle dalga geçmek olmasa
aklıma bile gelmez bir süre sonra. biz insanların hayatından çıktığımızda
yerimize tam anlamıyla karşılamasa da başka birisini mi koyuyorlar yoksa direkt
o çaydanlığı atıp hiç yaşanmamış gibi mi davranıyorlar bilemiyorum. ben galiba
ikinciyi tercih ediyorum. birisinin eksikliğini gidermek için başka bir kişiyi
aynı konuma koymak daha yanlış hissettiriyor. yakın arkadaşlarım en çok benim
yanımda gülüp eğlendiklerini söylüyorlar, beni hiç tanımayan ya da az
muhabbetimin olduğu insanlar beni çok soğuk ve mesafeli buluyorlar. önceden bu
durum bana yanlış hissettiriyordu ve acaba insanlara gerçekten dağ ayısı gibi
mi davranıyorum diye düşünüyordum (dağ ayılarından özür diliyorum benzetme
için). ama artık bu durum yanlış hissettirmiyor çünkü herkesle aynı mesafede
aynı samimiyette olmaya gerek yok. herkese mümkün olduğunca kibar davranırım
ama herkesin hayatımda çizmiş olduğum belli bir sınırı geçmesinden de
hoşlanmıyorum sanırım. bir söz vardı, insanlarla araya bir duvar örmek ama
sonra o duvarın altında kalan kişi olmak gibi bir şeydi. bazen bunu yaşıyorum
gibi hissediyorum ama o mesafenin aşılmasına da her zaman izin vermek
istemiyorum, değişik bir çelişki. bu yıl değiştirmek istediğim huylarımdan
birisi hayır dediğimde ısrar edilmesinden hiç hoşlanmayışım ve karşımdaki insan
bunu yaptığında çemkiriyor oluşumdu ama vazgeçtim bu huyum benimle beraber
devam ediyor çünkü hayır dediğimizde hayırdır, nazlanma ve biraz daha ısrar
istiyorum hayırı diye bir şey yoktur bence. bu sebeple hayırdan anlamayan
insanlara dilediğimizi demekte özgürüz diye düşünüyorum, otuz yaşıma geldiğimde
bir olgunluk çöker üzerime fikrimi değiştiririm belki bilmiyorum ama şimdilik
böyle devam. dağ ayısı kabalığında ve dağ keçisi inadında sürdüreceğim yirmili
yaşlarımda bana ve hayatımdakilere şimdiden başarılar diliyorum (dağ
keçilerinden de özür dilerim kişisel algılamayın dağ ayılarında olduğu gibi
sadece bir metafor).
“yaşamak
için hazır olmayı bekleyemeyiz, insanı pat diye vurur yaşam.” diye bir cümle
not etmişim masamın üzerindeki bir kağıda ama nerede geçiyordu kim söylemiş
onunla ilgili bir bilgi yok elimde, koskoca cümleyi yazmışsın yazarını da
yazıver be kadın dediğinizi duyar gibiyim ama olsun mühim olan elimizde güzel
bir cümlenin oluşu. şartların hiçbir zaman tam olmayacak oluşu ve bir şeylere
bahane bulmanın bu denli kolay oluşu biraz yıpratıcı olsa da geride bırakıyor
olduğum yaşımda daha hayatın içindeydim bence yani en azından bazı adımları
atmak daha kolay geldi. eternity and a day diye bir film izlemiştim “keşke o an
hiç bitmeseydi. keşke kelebek gibi iğneleyebilseydim, böylece uçup gitmezdi.”
diyordu kadın. bu yıl kelebek gibi iğnelemek istediğim birçok an yaşadım, hepsi
birbirinden kıymetliydi. bazı arkadaşlıklarım bitti bazılarıyla sanki yeniden
tanıştım aramızdaki bağ çok daha iyi oldu. bazı cümleleri söyleyemedim onlar
hep içimde kalacak bazı duyduğum cümleler de içimde yara olarak kalacak ama
hayat bu iniş çıkışların dengesi sanırım. enerji alanını temizlemek diye bir
şey var ya hani, negatif düşüncelerden, sırtımıza yük ettiklerimizden arınmak
gibi bir şeyler. böyle anlatınca kulağa saçma geliyor belki ama bunun makul
başka bir adı da muhakkak vardır. bana yükmüş gibi gelen, artık kopma
noktasında olan ama bir adım atıp da bitirilemeyen ne varsa onları kapının
dışında bırakmak. teoride kolay gibi geliyor kulağa ama duygusal bağ kurulan
artık kullanılmayan bir kıyafetten vazgeçmek, anısı var diye saklanan yazmayan
kalemi atmak, bir ekran görüntüsünü ya da fotoğrafı silmek, bir alışkanlığı
bırakmak, iletişimi koparmak her zaman pratikte çok da kolay olmayabiliyor. ama
yaptıktan hemen sonra olmasa da bir süre
sonra gerçekten iyi hissettiriyor. geçen gün elbette tatlı yapmak için kadayıf
kavuruyordum ve o an hep hazır olarak aldığım kavrulmuş kadayıfın ne büyük bir
nimet olduğunu fark ettim. paketi açıyorsun ve kullanıma hazır oluyor. insan
ilişkileri de bazen böyle olabiliyor. birisi bize bir şeyleri hep hazır olarak
sunduğunda ya da tam tersi biz bunu karşımızdakine yaptığımızda ortada bir
kıymet bilmeme durumu olabiliyor. ne zaman kişi gerçekten o işin nasıl
yapılması gerektiği ile yüzleşiyor, aşamaları ve aşması gereken dağları görüyor
işte o zaman kavrulmuş kadayıf paketine bile sarılmak istiyor ve ne kadar
kıymetli olduğunu anlıyor. bazen mahrum kalmak ya da mahrum bırakmak o kadar da
kötü bir şey değil sanırım. çalınan dikkat isimli bir kitap okudum geçtiğimiz
aylarda, kitap demişken hâlâ kitap ve film yorumu yapabileceğim bir arkadaş
veya arkadaş grubu bulamadım gazeteye ilan vereceğim galiba. her neyse kitaba
geri dönüyorum, dikkat süremizin korkunç bir şekilde azaldığından, bunun
internet sebepli olduğu kadar dış etkenlerin de etkisi olduğundan ve her şeyin
bizim suçumuz olmadığını anlatan bir kitaptı. aklı başında bir insanın bu
kitabı okuyup üstüne bir de beğenerek başkalarına tavsiye ettikten sonra biraz
daha internet kullanımını kısıtlamasını, daha dikkat arttırıcı şeylerle meşgul
olmasını bekleyebilirsiniz. ama süreç bende böyle işlemedi kitabı bitirdiğim
gecenin sabahında bir anda twitter hesabım olması gerekiyormuş gibi hissettim
ve bir hesap açtım. dört takipçili kendi halinde minik hesabımı birkaç gün
kullandıktan sonra hesabımı kapattım zaten, twitter’ın kendine has o gergin
ortamını sevmediğimi zaman zaman unutuyorum ve iki üç yılda bir yeni hesap açıp
bir hafta sonra kapatıyorum internetin twitter kısmı ile bir türlü barışamadık
ama olsun oradan da uzak kalıverelim. hazır kitap önermişken hızımı alamayıp
bir de film önereyim size, perfect days. çok konuşuldu, çok övüldü ama biraz da
ben öveyim. hani bazı filmler vardır “bir film olacak olsan hangi filme
dönüşmek istersin?” sorusunun cevabıdır. bu film benim için tam olarak da öyle
bir filmdi. sakin ilerleyen, belki bazılarına sıkıcı gelebilecek (hayır kendimi
anlatmıyorum filmi anlatıyorum), rutinin de bir nimet olduğunu gördüğümüz,
huzurlu hissettiren aydınlık bir filmdi benim için. hayatının minik detayları,
yaptığı işi en iyi şekilde yapması, tokyo sokakları ve diğer detaylarıyla
sevdiğim bir film oldu ve umarım otuzlu yaşlarımda beni bekleyen bir tokyo
seyahati vardır çünkü oraları kesinlikle görmem gerekiyormuş gibi hissettirdi.
adamın uyumadan önce kitap okuduğu sahneleri ayrı sevdim, o kadar uzun zamandır
yatmadan önce yaptığı son iş kitap okumak olan o insan değilim ki. en azından
hâlâ kitap okuyabileceğim fırsatlar yaratmaya çalıştığım için kendime
minnettarım. beni ne mutlu ederdi, nasıl bir yaşamak içimi huzurla doldururdu
sorusuna verdiğim cevaplar geçtiğimiz yıllara kıyasla değişti gibi
hissediyorum. bir yanım daha ne istediğini bilir bir insan oldum gibi
hissettirirken diğer taraftan da oldukça gelgitli hissediyorum. bir yanım
benimle kimse mutlu olmaz sorun sende değil bende gibi hissettiriyor öteki
yarım sorun o kadar da bende değildir belki karşı tarafı da suçlayabiliriz
diyor. bu duruma bilimsel bir açıklama yapmak gerekirse yükseleni yengeç olan
bir ikizler burcu olmamı öne sürebilirim. yaşamak dediğimiz şey son yaprakla
sarma içini denk getirebilme sanatı mıdır yoksa bazen iç artar bazen yaprak ve
önemli olan o döngüyü sürdürmek; yaprak artınca iç hazırlamak, iç artınca
yeniden yaprak çıkarmak mıdır bilmiyorum ya da doğru dediğimiz şey ikisinden
birisi olmak zorunda mıdır ondan da emin değilim, hayatın sırrını bulmak gibi
bir iddiam da yok ama sadece bakmakla yükümlü olduğum tek canlı olan kaktüsüme
düzenli su vermeyi unutmasam yeter. hadi içimde kalmasın bir film daha
önereyim, past lives. çocukken yolları ayrılan iki arkadaşın tekrar
karşılaşması yine yollarının ayrılması ve sonra tekrar karşılaşmalarını
anlatıyor filmde. güzelim filmi nasıl da kötü anlattım ama temelde olan biten
de bu. benim perspektifimden bakıldığında bence filmde birlikte olduğumuz
kişinin hayatına anlam katma teması vardı. kadının eşinin söylediği “hayatıma
büyük bir anlam katıyorsun, senin için aynısını yapabiliyor muyum bilmiyorum.”
cümlesi ve yıllar sonra tekrar karşılaştıklarında kadına çocukluk arkadaşının
söylediği “ya bu da geçmiş bir yaşantıysa ve biz zaten sonraki yaşamımızda
birbirimiz için bir anlam ifade ediyorsak?” cümlesi filmi bir duraklatıp
düşündürdü beni. birinin hayatına anlam katmak, birisinin bizim hayatımızın
anlamı olması eşi az rastlanır bir uyum mudur yoksa olması gereken bu mudur bilmiyorum
ama sanki öyle olması gerekiyormuş gibi hissettiriyor. umarım herkes o anlamı
eşiyle, işiyle, meşgul olduğu şeylerle bir şekilde ucundan kıyısından da olsa
yakalayabilir. hayatımızın yıllar öncesi, yıllar sonrası şimdisi ne tuhaf,
arkadaşım beş yıl önceki bir fotoğrafımızı atmıştı. o gün o ağacın altında
otururken ki kaygılarım, şimdiki düşüncelerim ne kadar da farklı. o gün sorun
ettiğim hiçbir şey şu an aklımın ucundan bile geçmiyor ya da şu an gece başımı
yastığa koyduğumda aklıma gelenleri beş yıl önceki bana söylesem kahkahalarla
güler mi ya da hiçbir şey anlamayan gözlerle boş boş bakar mı bilmiyorum ama o
bugün o ağacın altında oturan ben ile beş yıl önce o ağacın altında oturan
benin bambaşka kişiler olmasını düşüncesini sevdim sanırım. beş yılı düşünmeye
gerek yok bu fark için, bu sabah uyandığımda perdeyi açan ben ile yarın sabah
uyandığında perdeyi açacak ben de farklı kişiler olacak. belki büyük dramatik
farklar olmayacak ama aynı kişi de olmayacak. bazen olacaklarla ilgili,
olmayanlarla ilgili, ihtimallerle ilgili çok fazla kaygılanıyoruz. kaygıyla
ilgili bir kitap okumuştum orada bir annenin iyi bir anne olamadım kaygısı ile
daha fazla bu kötülüğe maruz kalmasınlar diye çocuklarını öldürmüş olduğundan
bahsediyordu. kaygı çok insani bir duygu ama onu da bir şekilde dozunda
yaşamak, arada frenlemek lazım sanırım. beş yıl önceki fotoğrafta ağacın
altında oturan bana bir şey söyleyecek olsam o gün aklında ne vardı, neye
üzüldün neyi düşünüyordun bilmiyorum ama şu an hiçbiri aklının ucundan bile
geçmiyor yepyeni kaygılar edindin tebrikler derdim. ha bir de, aradan yıllar ve
yollar geçtiği için bahsedebilirim sanırım, “yan sınıftaki ne hoş çocukmuş
dediğin birisi vardı hatırlıyor musun, o sana birkaç ay sonra ders notu istemek
için mesaj atacak ama göreceksin ki hiç kafanda kurduğun gibi birisi değilmiş
sen onunla konuşmak istemeyeceksin ve şu an doğru düzgün yüzünü bile
hatırlamıyorsun” derdim. değişiyoruz. sürekli bir değişim içerisinde olsak da
yine de o değişim her defasında tuhaf geliyor insana. mesela küçük t harfi
yazarken hep böyle altında bir kuyruk da yapardım ama artık kuyruksuz dümdüz
yazıyorum, bazen eskisi gibi de yazıyorum. hatta bir kelimenin içinde iki tane
t harfi varsa ikisini de farklı farklı yazabiliyorum. bu değişime ne sebep oldu
bilmiyorum ama olmuş işte ben de bir geçiş sürecindeyim anlaşılan; yeni t harfi
yazma şeklime alışma geçiş süreci. ay bir filmden nerelere geldik, filmin
sonunu ben yazsam böyle mi yazardım bilmiyorum ama bence doğru bir şekilde
bitti. bu filmi ilk çıktığında sinemada izlemek istemiştim ama bir şekilde denk
gelemedik bu filmle. belki o zaman izlesem salondan ağlayarak çıkabilirdim
filmin sonunda, belki bunun için mi izledik iki saat derdim, belki de güzeldi
işte der geçerdim tamamen o zaman hayatımın nasıl bir evresinde olduğuma bağlı
olurdu vereceğim tepki. ama hayatımın bu evresinde sevdim, yine izlerim.
hayatta
güzel şeyler de oluyor, gözbebeğim canım arkadaşımın dünyalar tatlısı bir
bebeği oldu. maşallah diyerek durup durup fotoğraflarına bakıyorum ve hem
kendisinin hem eşinin ne kadar güzel ebeveyn olduklarına şahit oluyorum,
olacağım. zaten ikisi de şahane insanlar oldukları için bu beklendik bir
sonuçtu. sevgili uraz, yıllar sonra buraları okuyacak olursan seni çok seviyor
ve öpüyorum, teyzesinin balı diyeceğim ama teyze hitabını hak edecek kadar
yaşlanacak olmakla henüz pek barışamadım. çocuğum arkadaşımın çocuğuyla beraber
büyüsün çok isterdim ama nasip değilmiş, ikinci ya da bilemediniz üçüncü
çocuklarına yetişirim herhalde diye umuyorum işte o zaman beraber büyütebiliriz
çocuğumuzu. neyse zaten benim de evladım yazdığım tez sayılır bir noktada. onun
için uykusuz kaldım, ona sevgimi verdim zaman zaman sabrımı zorladı. yaşlanınca
bayramda seyranda elimi öpmeye gelmez belki ama canı sağ olsun. insanların
yaşımı öğrendikten sonra ay hiç mi kimse yok hayatında bak geç kalıyorsun aile
kurmak için çocuk için dediği o tuhaf yaşlara geldim galiba, yaşı otuza
yaklaşan bir bekar gördükleri zaman bu toplumda bir infial yaratıyor. teyzecim
her şeyden önce artık yaşım geldi karşıma da makul birisi çıktı evliliği yapmam
kendimi geçtim jane austen’a ve yazdığı kitaplara büyük haksızlık olur ona bunu
yapamam. özellikle 1995 yapımı bbc dizisi versiyonu olan gurur ve önyargıdaki
mr. darcy’nin ilanı aşk sahnesine çok büyük haksızlık olur. önceleri (gençken)
geç mi kalıyorum, görüşmeden hemen hayır demese miydim telaşı oluyordu bazen,
allah korusun topluma hak veriyordum neredeyse ama artık içim daha rahat bu
konularda çünkü huzurlu ve anlaşıldığımı hissetmediğim bir evliliktense kendi
başıma yaşadığım sakin ve minik hayatı tercih ediyorum bir şey diyen olursa da
evet evet diyip geçiyorum o darlamalar ısrarlar beni artık rahatsız etmiyor
gerçekten büyüdüm galiba. düşününce rahatsız olacak bir şey de değil aslında,
bu konuda meraklı ve ısrarcı olan insanlar da bizim kötülüğümüzü istemiyor
sonuçta sadece bazen hayata baktığımız pencereler, ilişkilere yüklediğimiz
anlamlar farklı olabiliyor o kadarına da anlayışla yaklaşmak gerekir. konu
yaşama bakmak olunca doğru olan tek bir yön olmadığını artık hepimiz biliyoruz
zaten. nil karaibrahimgilciğim sen de kusura bakma lütfen şarkında dediğin gibi
25 yaşında ne çocuk ne kariyer yapabildim sana karşı biraz mahcubum. ama en
azından 25 yaşımda yapmak istemediğim şeylere şöyle bir göz gezdirdim,
yapamayacağımı düşündüğüm için mi kendimi geri planda tutuyorum yoksa gerçekten
istemiyor muyum diye bir kendime sordu. bir şansımı denedim; bazılarını
gerçekten yapamadım, bazılarını hallettim, bazılarını hiç yapmak istemediğime
karar verdim. bir de hayatımda yaptığı iş ne olursa olsun başka bir uğraşın
ucundan kıyısından tutan insanlar olmasına ne kadar çok bayıldığımı fark ettim.
bir müzik aleti çalmak olur, fotoğraf çekmek olur, örgü örmek olur, bir şeyler
yazmak olur, film izlemek kitap okumak olur. böyle bir üretim halinde olan
kişilerle bir arada olmanın yepyeni bir bakış açısı sunmasını çok seviyorum. şu
hengame bir bitsin müzik konusundan tekrar bir şansımı deneyeceğim, en olmadı
şan dersi alırım belki sesim şarkı söylemeye elverişlidir ve biz bunca yıl bunu
fark etmemişizdir, belki de ben gizli bir yetenek olarak bir kenarda öyle
duruyormuşumdur. işte hayatın en sevdiğim yanı denemeden bilemiyor oluşumuz.
hayır denemeye gerek yok ben senin sesinin kötü olduğunu şimdiden
söyleyebilirim diyenler de olacaktır lütfen öyle şeyler demeyin deneyip
yenilmek, sonra tekrar deneyip daha iyi yenilmek hobilerim arasındadır.
öyle
çok konudan konuya atlamışım ki, aslında hayatımdaki bu hızı sevmiyorum;
sürekli bir yere yetişmem gerekiyormuş gibi yaşamak hızını ama ne yapalım konu
konuyu açtı diyelim. buraya yıllar geçtikçe daha az yazmaya başladım,
muhtemelen bundan sonraki süreçte daha da az yazacağım belki senede bir yazı.
bir noktadan sonra artık tekrarlamaya başladım gibi hissediyorum. ama her şeye
rağmen burada biriktirdiğim anıları, cümleleri, satır aralarındaki yalnızca
benim anlayacağım bazı şeyleri çok seviyorum. yazacaklarım tükenmedi aksine
bence her geçen gün fazlalaşıyor ama bilmiyorum belki yeri artık burası
değildir. çok sevdiğim bir arkadaşımla podcast kaydetmeye karar vermiştik,
gecenin ikisinde mantıklı geliyor işte böyle şeyler. bunu eyleme de döktük, ilk
bölümümüzü kaydettik düzenlemesini de yaptık yayına da hazır hatta podcast
kanalımızın ismi bile hazır ama sonra onu yayınlamak istemedik. belki bundan
sonra kaydedeceğimiz birkaç bölümü de yayınlamayız, belki hiç yayınlamayız sadece
ikimize anı olarak kalmış olur bilmiyorum ama bir köşede böyle anılar
biriktirmeyi ve yıllar sonra onlarla denk gelmeyi seviyorum. tatlı tarifiyle
başladık tatlı konuştuk tatlı tarifiyle bitirelim madem. mesela insan elmalı
rulo kek yaparken ne çok şey düşünüyor. elma demişken geçen bayram elmanın
kabuğu kalındı yok inceydi tartışmalarına dedem “kabuğunu kalın soyarsan
kalındır, ince soyarsan incedir.” diyerek son noktayı koydu. bakış açısı nasıl
da önemli görüyorsunuz. elmaları rendeleyip ocağa aldıktan sonra bu elmalar
suyunu salacak sonra çekecek ve ben bunu bile bile neden sulu elma tercih ettim
diye düşünüyorum genelde. sonra fark ediyorum ki ben hangi elma sulu hangisi
değil zaten bilmiyorum, annem şu elmalar çürümeden bir şey yapılacak diyor ve
olaylar gelişiyor. bundan sonra yapılacak tek şey sabırla elmanın suyunu
çekmesini beklemek ama bu aşamada aceleci davranarak ocağın altını çok
açarsanız işiniz hızlanıyor gibi görünse de sonuç kötü olabiliyor, tıpkı
hayatta aceleci davrandığımızda olduğu gibi. elmalı rulo kek yapmak her aşamasında
böyle riskliyken ben neden her seferinde çok güzel yapıyorsun bir daha yapsana
laflarına kanıyorum bilmiyorum. elmalı harcı pişirmek ayrı, elmanın cinsine
göre şekerini ayarlamak ayrı, elmalı harcı tepsiye yaydıktan sonra üzerine kek
hamurunu dökerken orantılı dağıtmak ayrı piştikten sonra rulo yaparken ay kesin
keki kırılacak gerginliği ayrı bir telaş. yine de sevdikleriniz için böyle bazı
telaşlara girişmeyi ve kek harcına biraz tarçın çok az da toz zencefil katmayı
unutmayın. belki kırklı yaşlarımda bir yemek kitabı yazarım, karamelize değil
romantize tarifler diye; tariflerle birlikte hayatı da romantize ettiğim bir
kitap. bu fikir burada dursun ve ara ara tarçın sevmeyenler için hayatın ne
denli zor olabileceğini düşünüp onlar için üzülmeyi es geçmeyin. buraya tamamen
veda etmeye hazır değilim, ama şimdilik elveda. hani bir söz vardır ya “asla
geriye bakma, saçma mesajlar atma kaç ve avrupa yakası izle” diye, ben şimdilik
oradan devam.
yazı
sonu şarkısı: tarkan- beni anlama ya da kavinsky- nightcall
🌸
YanıtlaSilSiz buraya veda ederken bu yazınimın sonuna bir şarkıda şöyle olmalı Eyyyyyy Unursamaz Hanimm :))Bahadir tatlı özün bir sarkisi var bilirmisin takvim diye 😅 Ne istedin vermedim aylar oldu gelmedin diye sevgilisine yazdığı bizde şöyle devam edelim Ne istedin vermedim günler oldu yazmadın bloğa geri telefonumuzda sarj kalmadı yeni sarjlar ekledik senin için deliğğ gibii :))
YanıtlaSilUmarım yazmayı bırakmazsın. Çünkü çocuklarıma senin yazılarını okutmayı planlıyordum. İnsanların hayalleri ile oynayamazsın... 🤭💫
YanıtlaSilminik bir mola diyelim ✌🏻
SilBayhan/Tiryakinim (yazılarına karşı)
YanıtlaSil(sana karşı)
Siliyi ki yazıyorsun çiçekbalum 🌸
YanıtlaSil💗
Sil