öyle bir içimden geldi, aslında bu yoktu (bülent ersoy sesi ve tonlaması ile okuyunuz)
artık
yazacak hiçbir şeyim kalmadı dememin üzerinden bir buçuk ay kadar geçmişken
yine ben yine ben yine ben. aslında yazacak yeni bir şeylerim yok ama artık
yeni bir yaşım var, merhaba 26 yaş sendromu. doğum günüm için kendime minik bir
hatıra bırakmak istedim de diyebiliriz. yarın erkenden kalkıp valiz
hazırlayacak birisi için gecenin üçünde yapılacak iş miydi bilmiyorum ama bir
yandan da neden olmasın.
geçtiğimiz yıl yine doğum günüm için
yazmış olduğum yazıyı şöyle bir okudum da, evet gerçekten geride bıraktığım 25
yaş “ben büyüdüm galiba” hissini verdi. uzun uzun 25 yaşımı ve
hissettirdiklerini anlatmayacağım burada ama bir yıl önceye kıyasla daha farklı
birisiyim. bu bir yandan iyi evet insan değişmeli ama bir yandan da değişimin
korkutuculuğunu henüz normalleştirebilmiş de değilim galiba.
geçen yıl kader bağı diye bir
bileklik aldığımdan bahsetmişim. “efsaneye göre görünmez kırmızı ip kaderi bir
olanları zamandan, mekandan ve durumdan bağımsız birbirine bağlar. ip
esneyebilir ya da dolanabilir ama asla kopmaz”. böyle yazıyordu bir çift
bilekliğin olduğu kartta. gerçekten de 25 yaşımın uzun bir bölümünde onu
bileğimde taşıdım, ama eşini verecek birisi ile karşılaşamadan o bileklik
yıprandı ve bir gün bileğimden düşmüş fark etmemişim bile. evet böyle şeylere
anlam yüklememek gerekir ama yüklemiş bulundum bir kere ama canım sağ olsun,
gider bir çift kırmızı bileklik daha alırız. bileklik demişken, bu yıl ilk
marteniçkamı da taktım dileğimi diledim amin dedim ama leylek göremedim hiç, o
yüzden hâlâ ara ara takıyorum leylek görene kadar pes etmek yok. leylek
göremesek de ziyanı yok dünyalar tatlısı birisinin hediyesiydi, onun hayatımda
olmasıyla dileğim kabul oldu da diyebiliriz.
bu yıl hayata bakışımdaki o pembelik
gitti sanki, artık daha gerçekçi bir yerden yaklaşıyorum olaylara ve kişilere.
bu yeni gerçekçi bakış açısı hoşuma gitti mi bundan pek emin değilim ama galiba
bir noktada hayatta kalmak için bu bakış açısına ihtiyacımız oluyor. 25 yaşımda
kendimle ilgili en çok duyduğum cümle alt metninde ne salaksını barındıran “ne
safsın” cümlesi oldu galiba. elbette her insanda bir salaklık vardır ve orası
ayrı ama insanların beni sürekli böyle görüyor olması pek hoşuma gitmedi sanırım.
birisine iyi niyetle yaklaşmamak da bana kendimi kötü hissettiriyor ama içimden
geldiği gibi davrandığım zaman da köşeden birisi yüzünde ne salaksın ifadesi
ile beliriyor gibi hissediyorum. işin kötüsü tüm iyi niyetimle yaklaştığım
kişide de bunu görüyor olmak. işte bu noktada kendimle ve iç sesimle kavgam
başlıyor. bu ve birçok konuda yaşamak işini bir türlü dengeye oturtamamışım
gibi hissediyorum ve bunu 25 yaşına kadar halletmeli miydik yoksa daha zamanı
var mıdır hiç bilmiyorum. tek bildiğim şey kremşanti çırparken geniş ağızlı bir
kalıp kullanırsak olaydan üç gün sonra bile bir yerlerden hâlâ kremşanti
kalıntıları temizlemek zorunda kaldığımız.
“okumayı
yazmayı seviyorum, neden yüksek lisans yapmayayım?” ile başlayan ve hayatımın
üç yılını alan bir dönem geçirdikten sonra fark ettim ki bu öyle bir şey değil.
dönüp baktığımda güzel bir deneyimdi belki evet ama gerçekten gerek var mıydı?
times new roman 12 punto ve 1,5 satır aralığının hayatımın merkezinde olduğu,
iki yana yaslı bir metin ve benim de kendi içimde yaslı olduğum bir süreç.
hayır bir de o kadar benlik olmayan bir alan tercihi yapmışım ki; iktisat.
“neden para basıp borçlarımızı ödemiyoruz ki?” seviyesindeki bir insan için
gerçekten inanılmaz bir tercih. her neyse günün sonunda kendimce en yakın
hissettiğim ve “tamam ya ben yazarım buradan bir şeyler.” dediğim bir konu
seçebildim. onda da bazı hocalarım “bak iyi hoş da akademide feminist olarak
yaftalanacaksın o iyi olmayabilir” dedi. başından sonuna kadar yanlış
seçimlerle sürdürülmüş bir yüksek lisans hikayesi oldu anlayacağınız. hoş hâlâ
bitmedi ama en azından benim için yazma süreci bitmiş oldu. 26 yaşıma kendime
söz verdiğim gibi bitirilmiş bir yüksek lisans tezi ile giriş yapabildim.
geriye bir tek savunması kaldı, o da kolaylıkla halledilir diye umuyorum uygun
bir zaman diliminde.
tamam
yazmayı seviyorum, yaklaşık olarak beş yıldır kendi çapımda yazdığım blog
yazıları ile de bunu tescillemiş oldum. ama bir süre sonra ondan da sıkıldım,
sanki anlattıklarım hep tekrara düşüyormuş gibi geldi. insan olmanın en
sevdiğim ve en sevmediğim yanı sürekli bir yenilik aramak; mevcut durumun,
kurulu düzenin, o rahatın batması. ne güzel işte eşim dostum okuyor, beni
sevdikleri için yazdıklarıma müthişsin harikasın diyor ve ben de kendimi bir
şey zannediyorum, devam et işte böyle. ama yok illa bir “istediğim, aradığım
şey bu değil.” şımarıklığı yapmam lazım.
bir
taraftan boş da durmuyorum, kendi kendime ve büyük bir gizlilik içerisinde
kurgu bir şeyler yazma denemeleri içerisindeyim. en son ilk okulda yazdığım bir
hikayeyi ev halkı ile paylaşmıştım ve on beş yılı aşkın süredir o hikayenin
içeriğiyle dalga geçilir. hikayeye vurucu bir son lazımdı ve ben de gerekeni
yapmıştım, hızır gibi birisi gelip her şeyi düzene koyuyordu. tamam şimdi
bakınca pek parlak bir fikir değil ama onlu yaşlar perspektifinde gayet
tutarlıydı.
yazma
konusunda beni asıl şımartan şey ilkokuldaki türkçe öğretmenimdir. her sınavda
on beş puanlık bir kompozisyon sorusu sorardı. ben hep ondan tam puan alırdım
ve pek sevgili hocam bir de sınıfta okurdu yazdığım şeyi. o yaşlar için oldukça
havalı bir durumdu. o zaman demiştim kendi kendime ben yazar olacağım diye, had
bilmezliğim o yaşlardan geliyor yani. sonuç olarak anladım ki ben kurgu yazma
insanı değilim, öyle hisli yazılar da pek yazamıyorum. dedim tamam o zaman ben
de ne yaşadıysam onu yazayım. kimseye dostoyveski ya da shakespeare olma borcum
yok. bir barış bıçakçı ya da ne bileyim ayfer tunç olma vaadiyle de yola
çıkmadım. ileriki yaşlarıma yirmili yaşlarımdan “ay ne salakmışım.” dedirtecek
izler bırakmayı seviyorum. eğer ki böyle diyorsam değişmiş ve gelişmişim. ama
yok demiyorsam o zaman vay halime, daha da salak bir insan olmuşum demektir.
sözün özü 25’lerimde bir de kitap mı yazsam fikriyle bazı girişimlerim oldu ama
hem aklımdaki yayınevinin şu an yeni eserlere şans vermediğini öğrenmem hem de
bunu yapacak yetkinlikte olmadığım farkındalığı beni durdurdu şükürler olsun.
otuzlarımda bir daha denerim belki ama yirmilerim biraz haddini bilirse
sevinirim.
ilk
defa 25 yaşımda okul okul gezip cv bıraktım, iş başvurusunda bulundum. her ne
kadar ara ara çalışmış olsam da bir yıl daha işsiz kalmak hiç istemiyorum,
çalışmışken de eğitimini aldığım ve sevdiğim bir alan olsun istiyorum. çok şey
istiyormuşum gibi geliyor bazen ama bakalım. belki hayatımın düzenli bir işe
sahip olmaya başladığım kısmı tam da bu yaşımda başlıyordur. her ne kadar canım
arkadaşlarım doğum gün pastamın üzerine son bekar yaşın olsun yazdırmış olsalar
da son işsiz yaşım olsun diyelim şimdilik. evet biliyorum hayat her zaman önce
iş sonra eş denklemini karşılamıyor ama en azından şimdilik hâlâ bunun böyle
olacağına inanmak istiyorum. bir de çok sıcaklarda ve çok soğuklarda çalışmak
istemiyorum ama henüz bunu karşılayacak bir çalışma sistemi bulunmadı sanırım.
şimdilik tam yatan bir sigorta ve lütfedip verecekleri asgari ücretle yola
devam diyelim.
her
şeye rağmen ve aslında her şeyle birlikte oldukça keyifli bir yaş geçirmişim
şöyle bir düşününce. geride bıraktığım son bir yılıma eşlik eden hayatımdaki
herkese ne kadar teşekkür etsem az. beraber büyüyoruz, birbirimizin yaşayıp
gitme serüvenlerinde iz bırakıyoruz. umarım gerçekten söylendiği gibi güzel
izler bırakabiliyorumdur. instagram’da görmüş olmam lazım, sevilmek de bir
rızık ve bu herkese bu dünyada nasip olacak diye bir şey yok temalı bir
videoydu. ailem ve arkadaşlarım tarafından bu rızık nasip olduğu için ne kadar
şükretsem az, umarım bu yıl bunun kıymetini daha iyi biliyor olurum.
“yaratıcıya anlamlı ve onurlu bir hikaye anlatabilmek için” adımlar attığım,
hayatımı şekillendirmeye çalıştığım ve bu doğrultuda eylemlerde bulunduğum bir
farkındalıkla yaşamaya çalıştığım yeni yaşım hayırlı uğurlu olsun diyelim o
halde. kierkegaard’ın “pazar günü hristiyanlığı” diye bir tabiri var, hayatımı
buna indirgemek istemiyorum. sadece zor zamanlarında, ya da öyle gerekiyor diye
tanrı’yı anan birisi değil de bunu hayat felsefesi haline getirmiş ve bunu
gerçekten içinden gelerek yapan birisi olmak istiyorum. istemek yetmiyor onu da
biliyorum, “gözlerini parlatan şey için savaşmamak ne büyük korkaklık”
cümlesindeki korkak olmamak için mecbur bazı adımlar atılacak. kendimize
nazlanmanın bir alemi yok.
kendime
şöyle kısa bir not bırakmak istedim. bir yıl sonra, ömrüm varsa tabi, dönüp bu
satırları okuduğumda kendimle ilgili ne güncellemeler yapacağımı merakla
bekliyor olacağım.
Hayatımızda bir yıl daha olduğun çok mutluyum...
YanıtlaSil💗
Sil