şarkıda da dediği gibi simple thing where have you gone ya da başıma neler geldi sana diyemedim beni kaç kere vurdular adını söylemedim

 

“eylül toparlandı gitti işte, ekim filan da gider bu gidişle” demiş şair ama o eylülün nasıl toparlanıp gittiğinden hiç bahsetmemiş. şairler böyle biraz gizemlidir zaten ama ben şair olmadığım için eylül ayının geçip gidişinin içeriğinden sizlere bahsedebilirim biraz. bir kere her şeyden önce eylül kış hazırlığı koşturmacası ayıdır. eylülü daha bir yıl öncesine kadar yeni eğitim öğretim döneminin başlangıcı sayardım, inan hiç beklemediğiniz anda okulsuz kalıyorsunuz. her neyse ben yeni gündemim olan kış hazırlıklarına geri döneyim, bir kere tartışmasız bu ayın kraliçesi domates sosudur. bolca özen, sabır, yıkanması gereken dev tencereler ve ocağa duvara her yere sıçrayan domates lekeleri içerir. kimileri belki salça yapımı dururken domates sosu da neymiş diyebilir ama o konuda bir malumatım yok, hiç evde salça yapmadık ve ev yapımı salçanın tadını da doğru bulmuyorum zaten. avrupa yakası 44. bölümde mürvet “salçamı reçelimi de dışarıdan alamam artık” derken aslı’nın şaşkınlıkla “salça evde yapılabiliyor mu?” dediği sahneden devam, her şey evde yapılmak ve çok sağlıklı olmak zorunda değil. sos yapmak için yıkanıp bir kenarda bekleyen domates yığınına geri dönelim, ilk bakışta her zaman göz korkutur. şimdi kim soyacak, doğrayacak, kaynatacak, kavanozlayacak, o kavanozları ters kapatıp soğumasını bekleyecek ve sonra yerlerine taşıyacak diye düşünüyorsunuz. böyle yazınca da hepsini tek başıma yapıyormuşum gibi oldu ama evde ailecek el birliği ile hallediyoruz, ama asla fikir birliğimiz yoktur yanlış anlaşılmasın. bence bir iş yapılırken en iyi eşlikçi avrupa yakası’dır, annem yok diyor olmaz ben podcast dinlemek istiyorum, kardeşim diğer taraftan dinlemesini gençliğine verdiğim ingilizce rap müzikler açmak istiyor. günün sonunda sessizlik kazanıyor, yer yer kardeşim domatesin kabuğunu hiç koparmadan en ince şekilde soyma yarışmasındaymışız gibi davranarak bir domatesi beş dakikada soyduğu için ben kendisi ile şakalaşıyorum, yer yer benim domates kabuğunu çok kalın soyduğum şeklindeki asılsız iddiaları reddetmekle vakit geçiriyorum derken öyle ya da böyle işin sonunu getirmeyi başarıyoruz. yani kısaca, eylül ayının birkaç günü domates sosudur.

birkaç yıl önce buraya barbie döner isimli bir yer açıldı. bazı rivayetlere göre daha önceden de varmış ama ben birkaç yıl önce gördüğüm için başlangıcını o zaman kabul ediyorum, çünkü bir şeyin varlığını ne zaman öğrendiysek o zamandan itibaren vardır öncesi bizi alakadar etmez. varlığını öğrendiğim andan beri hep oraya gitmek istiyordum. evet işte mutluluğun sırrı, hayallerini böyle küçük tutmak. hep gitmek istemiyordum tamam, ama her önünden geçtiğimde “bir gün muhakkak buraya geleceğim” diyordum. neden taktın bu dönerciye bu kadar derseniz, barbie ve döner konseptini bir türlü kafamda bağdaştıramıyordum. beklenen oldu, o kutlu gün geldi ve ben o dönerciye eylül ayı içerisinde gittim. duvarları yarıya kadar pembe ve o pembe duvarlarda barbie portreleri asılıydı. olayın şoku ile dönercide garsondan menü istedim, herkes döndü bana baktı, garson da “yani duvarda fiyat yazan bir şey var ama?” dedi. bu arada epeydir dışarıda döner yememişim sanırım ya da eskiden dönercilerde menü olurdu veya ben kendimi aklamak için kafamdan dönercide menüye baktığıma dair bir anı uydurdum çünkü çok olurmuş gibi gelmişti. dönerin tadı, şu bu önemli değil bu hikayede ama merak eden varsa fena değildi. burada mühim olan şey barbie portrelerinin asıldığı pembe duvarlara bakarak döner yiyor olmaktı. bundan sonra şehrime gelen arkadaşlarımı muhakkak götüreceğim yeni bir mekan var, bunu herkesin deneyimlemesini çok isterim çünkü. tamam gittin gördün barbie ve döner konseptini makul bir zemine oturtabildin mi kafanda derseniz, hayır hâlâ bu fikre alışamadım ama birkaç kere daha gidip görürsem sanırım bunu da bu. bir aylık süreç sonunda iş bulamadığım ve bulamayacağım gerçeğini bile kabullendim. belki biraz daha şansımı zorlayabilirdim ama başka bir seçim yaptım diyelim, seçmediğimiz hayatı da asla bilemeyeceğiz işte, yani dizide öyle diyordu. biraz kafamız dağılsın diye dizi açıyoruz sonra öyle cümleler söylüyorlar ki bir durup hayatını gözlerinin önünden geçirmen gerekiyor. biliyorum başka hayatlarla kendimizi kıyaslamamalıyız ama daha fazlası olabilmek isterdim. işin kötüsü benden bu kadarlık bir şey mi çıkıyor potansiyelim bu mu yoksa daha fazlası gibi bir ihtimal var mı bilmiyorum. ama ya bu kadarsam? zaten olup olabileceğim şey buysa ve bundan sonra yapacağım şeyler kumsala vurmuş bir balığın çırpınışlarından öte başka bir şey ifade etmiyorsa, ya sular artık çekilmişse ve ben o kıyıda kalmış balıksam? yapabileceklerimizin, olabileceklerimizin bir sınırı var biliyorum ama o sınırda mıyım hatta şansımı biraz da fazla mı zorladım bilmiyorum. sorun bir işimin olmaması değil aslında, iş her zaman bulunur taş taşırsın al sana iş.  hayatta bazı aşamalar var. okula gidersin, okul biter, iş bulursun, evlenirsin. sıralama değişse de yol haritası aşağı yukarı bellidir. okulum bitti, başka bir yere başladım sonra kaydımı sildirdim, başka bir şeye başladım sonra tekrar okulum bitti. çok geniş bir çevrem yok zaten ama onlara baktığımda hayatı bir adım ileri taşıyabildiklerini görüyorum ve onlar adına çok mutlu oluyorum. sonra kendi hayatıma bakıyorum ve neden elinin değdiği her şey imdat çığlığı atan birisine dönüştüğümü düşünüyorum. geçen gün yaptığım böreğe o kadar çok sos dökmüşüm ki sanırsınız börek okyanusun ortasında batmakta olan bir gemi gibi yüzüyor. gerçi sonra bir şekilde o sos biraz azaldı ama fırından bir imdat sesi duyduğuma eminim. ben sanırım hayatın aşamasızlık aşamasındayım. “böyle bir şey mi vardı?” diyebilirsiniz, siz o dönemeci kaçırdığınız için denk gelmemiş olabilirsiniz. ben hayatımın aşamasızlık durağındayım, ilerlemesiz gibi gözükse de kendi içinde ilerleme kat ettiğimiz yaşamadan anlaşılmayacak bir aşama. bazı kırmızı ışıklarda beklerken geri sayımı olmadığı için ne zaman geçeceğimizi bilemeyiz ya hani, hayatım şu aralar geri sayımsız bir kırmızı ışık ben de öyle bekliyorum ama eninde sonunda yeşil yanacak. sanırım bu durumu da böyle romantize ederek kendimi daha iyi hissedebilirim. mesela geçen kitap okurken bir sayfaya çay döktüm ama eğer iyi tarafından bakacak olursak eğer ikinci cinsiyet kitabımın birinci cildinin seksen üçüncü sayfasında çay lekesi olduğunu bildiğim için başka birisinin kitabı ile karıştırmam. hem kitabın sayfasına bir renk gelmiş oldu. yeni bir virüs çıkıyor gibi bir şeyler demişlerdi o iş ne oldu bilmiyorum ama dev bir yetersizlik salgını var fark ettiniz mi? hiç öyle hissedeceğini düşünmediğim, dışarıdan bakınca maşallah dediğim arkadaşlarımdan bile duyuyorum bu yetememeyi. neye yetmek istiyoruz ve ne bize eksik hissettiriyor bilmiyorum ama bunun kötü hissettirdiğini biliyorum. bence bu konuda en sevdiğim şeyi yapabiliriz, toplumun bazı yerleşik kabullerini suçlamak.

hani önceden yakın arkadaşla hayali kurulan tatlı bir kafe açma fikri vardı. 2024 yılında kafe açma fikrinin yerini podcast kaydetmek aldı diyebiliriz bence. evet kafe açma fikri hâlâ çok tatlı ama artık hayalini kurmak için bile fazla maaliyetli. podcast kaydetmek de oldukça tatlı bir fikir, üstelik evinizde oturduğunuz yerde kablolu kulaklığınızla bile kaydedebiliyorsunuz. ve bunu sevdiğiniz birkaç arkadaşınızla yapmak da süreci oldukça keyifli kılıyor. bir süredir aklımızda olan bu fikri hayata geçirmek ve hatta birkaç kişiyle de olsa paylaşmak iyi hissettirdi, henüz herkese açık bir şekilde paylaşma fikrine çok sıcak yaklaşamasak da belki bir gün bu konuda daha paylaşımcı olabiliriz. kayıt tuşuna bastığımızda o sohbet yine akıp gidecek mi yoksa ne konuşacağımızı bilemeyecek miyiz gibi endişeler ilk başta olsa da arka planında çok eğleniyor olmamız ve ortaya bir şey çıkıyor olması çok hoş. en son on sekiz takipçimiz vardı öyle kendi halimizde takılıyorduk ama günün sonunda bu yaşlarımıza şahitlik eden anılar bırakmak fikri güzel. ben bir kitap karakteri olsam kesin yolunu kaybetmemek için ekmek kırıntıları bırakan hansel gretel kardeşlerden birisi olurdum. bu üç kişilik minik ekibimizle bir de okuma grubu kurduk. bir süredir bir okuma grubu arıyordum, kitap okuyalım üzerine konuşalım tartışalım istiyordum ama bunu yaparken çok ciddi resmi bir ortam da olsun istemiyordum. bunu yakın arkadaşlarla yapmak galiba en güzeli. kitaba edebi açıdan yaklaşmak, yazım tekniğini ve o günün şartlarının kitaba etkisini konuşmak da çok güzel. ama buna ek olarak karakterlerin dedikodusunu yapmak, “ben olsaydım şöyle yapardım” demek, hiç haddimize olmayarak yazarın düşünce yapısını ve yazım şeklini eleştirmek bu işin keyifli yanı. mesela geçen ay ince memed’i birlikte okuma grubu kurduğumuz çok sevdiğim bir arkadaşımla okumuştuk ve keyifli ilerlemişti. hem kitap zihnimde daha kalıcı oldu hem de okuduğum ve izlediğim şeyler üzerine konuşmayı ve bunu sevdiklerimi paylaşmayı çok seviyorum. böylece bir ortak tarihimiz de olmuş oluyor, arkadaşlığımız pekişiyor. kitapların yazarları kitapları hakkında böyle konuştuğumuzu duysalar belki bize “tamam kardeşim sen okuma” diyebilirler ama bir kitap yayınlıyorsanız bunları göze almalısınız sevgili yazarlar. julie and julia filminde julie, julia’nın yemek kitabındaki tarifleri deneyerek blogunda yazılar paylaşıyordu hatırlarsanız. sonra julia bunu çok ciddiyetsiz bulduğunu söyleyerek eleştiriyordu. bence julie’nin orada ağlayacaksan oynamayalım demesi gerekiyordu. hiçbir yetkinliğimiz ve yeterliliğimiz olmadan bir kitabı eleştirmek dünyadaki en zevkli şey olabilir. genç werther’in acıları ile ilgili çok sevdiğim bir kitap yorumu vardı onu da buraya eklemek istiyorum:


bu ay bir leblebi paketinin üzerinde şu yazıyı okudum “bir avuç leblebi ile değişen hayatlar”. bir leblebi için iddialı bir slogan diye düşündüm ilk başta. ama sonrasında kendimden beklentim ve başarı kıstasımın ne olduğu üzerine düşündüm. yani ne bekliyordum da ne buldum? bazen bir döngü var ve onu kıramıyormuşum gibi hissediyorum ama günün sonunda kendimi o döngüye hapseden de benim. evet şu an işsiz olmam hayatımda bir eksi benim için ama dev kırmızı bir eksi de değil. ama bu durum kafamı karıştırıyor; kendimce geliştirdiğim ilkeleri, bunun doğrusu budurları sorguluyorum. bir şeyi kendim için salt doğru ilan edip sonra kendi kendime kapana kısılmış gibi hissetmem ne kadar doğru? kapı kilitli diye mızmızlanıyorum ama anahtarı paspasın altına zaten ben koymuştum, tek yapmam gereken eğilip paspası kaldırmak ve oradan anahtarı alarak kapıyı açmak. ya tabi uygulamada süreç bu kadar hızlı işlemiyor. anahtarı nereye koyduğunu unutuyorsun, “anahtar saksının altında” gibi bir ses yankılanıyor kafanda bakıyorsun orada yok sonrasında bunun son yaz dizisinde canan’ın repliği olduğunu hatırlıyorsun. aradın taradın anahtarı buldun diyelim, anahtarlıkta bir sürü anahtar var. zihnimde kendimi birçok yere kilitlemişim, bir değil belki yüz kapının ardında ben varım ama mevzumuz o değil, şimdi bu kapıdan çıkmak istiyorum ama bu kapının kilidi hangisi tek tek denemek lazım. epeydir kitapçıya gitmiyordum çünkü okuyacağım kitapları genelde kütüphaneden alıyordum artık. kitaplığımda kitap koyacak yer kalmadı ve aldığım kitaplar sağda solda ziyan oluyor, dedim elimin altında olmasa da olur okuduğum kitaplar. ama geçenlerde hem bir arkadaşıma kitap hediye etmek istedim hem de daha önce de bahsetmiştim sanırım ama hangi yazı olduğunu hatırlamıyorum, o dönem yaşadığım hisleri somutlaştıracak kitaplar almayı seviyorum ve öyle bir kitaba ihtiyacım vardı. sonuç olarak yolum bir şekilde kitapçıya düştü. arkadaşıma bir şiir kitabı aldım, kendim için de kitapların arka kapaklarındaki yazıları okuyarak ve kitap isimlerine bakarak bir kitap seçtim. kitapçıda yeni birisi çalışmaya başlamış öyle şiirden muhabbet açıldı derken biraz sohbet ettik. “kitapları şu sırayla okuyun, önce bu yazar okunur gibi şeyler bana doğru gelmiyor” gibi bir şeyler söyledi, çocuk böyle diyince hayatın akışını da aslında bu çerçeveye sıkıştırıyormuşum gibi geldi, izlenmesi gereken adımlar varmış ve sanki dışına çıkamazmışız gibi. halbuki kitaplar hakkında ben de böyle düşünüyorum, hayatım hakkında neden düşünemeyeyim ki? kitaplara sağladığım esnekliği kendime de sağlayabilirim herhalde.

bu aralar en büyük sorumluluğum minik kuzenimi öğlen anaokulundan alıp eve bırakmak sanırım. kuzenim diyorum ama her zaman sahip olmak istediğim o küçük kız kardeşim de diyebiliriz. iki erkek kardeşle büyüyünce hep bir de kız kardeşim olsun istemiştim çocukken ama şimdiye kısmetmiş diyelim. her abla kardeşin ilişkisinde olacağı gibi ara ara kavga bile ediyoruz. kendinden yirmi yaş küçük çocukla neyi paylaşamıyor olabilirsin diyebilirsiniz, maalesef küçük çocukları sinir etmeyi çok severim. mesela her gün eve giderken yolda elimi bırakmak istiyor ben de bunun tehlikeli olduğunu anlatmaya çalışıyorum düzenli bir şekilde bunun kavgasını ediyoruz, belki dışarıdan bakınca çocuğu kaçırmaya çalışıyormuşum gibi görülüyor olabilir bilmiyorum. ama öyle ya da böyle günün sonunda sarılıp ayrılıyoruz. ileride burayı okursan seni seviyorum ve her zaman sinir etmeye devam edeceğim. anaokulunda her sınıfın bir adı var, onunki de uğurböcekleri sınıfı. hiç bu yaş grubu ile çalışmadım, gelişim özellikleri hakkında hiçbir fikrim yok ama o kadar çocuğu bir arada görünce bunun ne kadar zor bir iş olduğunu anlıyorsunuz. uğurböceği gibi sevimli bir isimden ziyade çekirge gibi daha farklı böcek isimleri de düşünülebilir bence. okul açıldığında kırtasiye alışverişini yapmıştım, simli evalar simsiz şöniller ve daha birçok yeni terim girdi hayatıma. her şey bir yana, yapıştırmalı hareket eden küçük oynar gözler varmış, o kadar sevimli duruyor ki galiba bir paket de kendime alacağım. artık uğurböcekleri sınıfına da adapte oldum bir an hızımı alamayıp sınıf annesi olup çay partisi falan düzenleyecektim ama sonra anne olmadığımı fark ettim. bu da farklı bir deneyim oluyor benim için başka zaman istesem de yaşayamazdım belki. yine de erkek kardeşlerimden de allah razı olsun, onlarla da çok eğlenceli bir hayat yaşadım belki kız kardeşlerim olsaydı böyle olmazdı. mesela birkaç yıl önce evin otoparkında bizimkiyle aynı model aynı renk bir araba vardı, kardeşim onu bizim araba zannedip kapısını açmak için zorlamıştı, bu anıyı bir kız kardeşle biriktiremezdim belki. kardeşime hatırlatayım da biraz neşemizi bulalım belki o unutulur gider diye düşünmüştür.

yani anlayacağınız eylül ayı dev bir uyum haftasıydı. işim yok, okulum da bitti böyle olunca hayata karşı gardım düştü gibi oldu, bahanelerim son buldu. yıllardır korkulu rüyam olan kandil simidi yapma işi ile bile yüzleştim ve ortaya gayet yenebilir bir ürün çıkardım. linkedin hesabı açtım, profilime yanlışlıkla bir iş yeri ekleyip onu nasıl sileceğimi bir türlü bulamadığım için on beş dakika sonra hesabımı sildim. artık e devlet’te resmi olarak yüksek lisans mezunu görünüyorum. çok sevdiğim birisinden kakaolu kekin içinin nemli olmasını istiyorsak kakaoyu sıcak suyla açıp öyle ekleyebileceğimizi öğrendim. tahinli kekin içine limon kabuğu rendesinin çok yakıştığını fark ettim. gerçek dünyaya uyum ayım başarılı mıydı? inişleriyle çıkışlarıyla bir şeyler yaptık bakalım, ama siz beni bir de ekim ayında görün. allah ömür verdiyse ve birkaç yıl sonra bu yaşlarımda ne yaptığımı merak edip buraya bakacak olursam diye kendime de bir not bırakayım, belki biraz karamsar kara kalem bir resim çizdim ama filmlerde kitaplarda ana karakterin bazen kendini kötü hissettiği dönemler de olur biliyorsunuz. minik inişler çıkışlar da bu hayatın bir parçası işte. mesela geçen ay beş kitap okumuşum bu ay bir kitap elimde süründü bitmek bilmedi. çok kötü hissedeceğim günler de gelecek, allah hiç beklemediğim güzellikler de nasip edecek. sadece tüm bunların içindeyken bakacak iyi bir taraf bulma huyumu yitirmezsem bir şeyleri halledebilirim sanırım. hep güzel cıvıl cıvıl şeyler değil de biraz da başarısızlık okumak istiyorum ben bazen. şu kitap çok kötüydü okumayın zaman kaybı densin, bu tatlı şerbetini çekmiyor sakın denemeyin densin, bu çiçek asla evde büyümüyor almayın densin. biraz da olumsuz deneyim aktarımında bulunalım. mesela dün zehra ile swann’ların tarafı hakkında konuştuk, dedik belki bizim kültürel birikimimiz yetmemiştir ama okuduk anlamadık bitmek bilmedi dedik. insan bazen başarısızlığına da bir yoldaş arıyor. çünkü bazen herkes her şeyi anlamış ve çözmüş gibi davranabiliyor ve kendimizi çok yanlış hissediyoruz.  dediğim gibi, siz beni bir de ekim ayında görün.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

balığın batması ve yan gitmesi hakkında bazı mülahazalar

arkadaşın ne yapıyorsun dediğinde hiç öyle bildiğin gibi aynı şeyler evdeyim deme yarışına katıldın ama rakibin benim

“alo iyi günler ben potansiyelimi harcamak istiyordum da nereye başvurabilirim? evet evet tek çekim olacak hepsini harcamak istiyorum.”