biz, kabarmayan ve kalıba yapışan kekler ülkesiyiz

 

inanılmaz bir şey oldu. bir gün dolabı açtım, ne yesem diye bakındım ve zeytin yemeye karar verdim. tamam yeşil zeytindi ama onu bile o kadar uzun zamandır yemiyordum ki. sadece canım o an zeytin yemek istedi ve benim canım hiçbir zaman böyle bir şey istemezdi. insan yaşlandıkça değişiyor derlerdi de inanmazdım, canlı canlı şahit oldum bu olaya. üzerimde bir zeytin acemiliği var yalnız, yıllardır yememiş olmanın verdiği çatalla bir türlü zeytini yakalayamama acemiliği. bu arada yaşlı demişken buradan otobüs üreticilerine ve tasarımcılarına seslenmek istiyorum: yaşlılar ters koltuklara oturmak istemiyor ve otobüslerde gençlerden çok yaşlılar olduğu için bu büyük bir sorun haline gelmeye başladı. yola bakmayan ters koltuklarla aralarında ne gibi bir husumet var tam olarak bilmemekle birlikte lütfen yetkililer bu soruna bir çözüm bulsun. belki o koltuklara oturunca karşıdaki insanla göz göze gelme olayını sevmiyorlardır, bunu makul bulabilirim. bir diğer modern zamansal derdim ise uykusuz göze lens takmak. rus romanlarında sıkça rastladığımız kürek cezasının yanında bir tık hafif kaldığını düşündüğüm bu modern zaman işkencesini bir kere bile yaşamamış şanslı insanların aramızda dolaşıyor olması beni sinirlendiriyor. bence herkes bunu bir kere olsun deneyimlemeli ki ne kadar az şükrettiğini fark etsin. lensi gözünüze taktığınız ilk beş saniye tüm hayatınızın film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçmesine ek olarak acaba kutuya lens solüsyonu yerine çamaşır suyu mu dökmüştüm ve bir daha bu kadar geç yatmayacağım düşüncelerine boğuluyorsunuz. evet bunlar sadece ilk beş saniyede olanlar. insan her şeye olduğu gibi buna da alışıyor ve bu döngü zaman zaman tekrarlanıyor. bir diğer modern zaman handikabı da misafir gelmeden önce temizlenen o ocaklar. herkesi misafirliğe gittiği evlerde temiz ocak gördüğünde bunu takdir etmeye davet ediyorum. çünkü ocak temizlemek büyük bir iş; incelik, sabır ve bolca sıkılan spreyler istiyor. ve emin olun sıkılan o tüm şeyler asla tek seferde çıkmıyor. o yüzden birisinin evine gittiğinizde temiz ocak gördüğünüzde bilin ki o evin sahibi kadın en yüce övgülere layıktır. kadın diyorum çünkü erkekler genelde ocak silmez, ama umarım benim müstakbel eşim hobi olarak ocak siliyordur çünkü ben hiç sevmiyorum. yani ileride evime geldiğinizde ocağın temiz olmaması beni pis birisi yapmaz sadece övgü almayı beklediğim bir alan değil diyelim. ve madem toplumsal cinsiyet rolleri belirliyoruz ve bazı şeyler bazı cinsiyetlere ait olsun diyoruz; ocak temizlemek erkek işi olsun diyorum. kabul edenler? etmeyenler? oy çokluğu ile kabul edilmiştir.

bin bir uğraş sonucu tezimi üniversiteye teslim etmeyi başardım. gerekli belgeleri toparlama, imzaları alma ve enstitüye teslim etme kısmını halletmektense otur bir tez daha yaz deseler tamamdır derdim herhalde. 2024 yılında bir ay içerisinde toplam yedi adet cd almak durumunda kaldım inanabiliyor musunuz? alıyorum, tezi cd içerisine yüklüyorum götürüyorum bir şey eksik, hop bir daha baştan. cd’ler her zaman bir şey yüklendikten sonra bir daha kullanılamaz, içindeki şey silinemez ve yeni bir şey eklenemez şeyler miydi, yeni nesil cd’ler mi böyle bir değişik anlamıyorum. e yani sende, bir yanlış olur iki yanlış olur her gün enstitüden aranmaz bir insan diyebilirsiniz. en yetkili kişiye her şey tamam di mi diyorum, evet evet diyor. sonra arayıp şu eksikmiş diyor. evet zor oldu ama deneyim oldu, anlatıp gülüp eğlenecek anı oldu. yaşanan her olumsuzluğa böyle bakıyorum ki hayat gerçekten çekilir tatlı bir yer olsun.

üç adım yukarıdaki ya da beş adım aşağıdaki otobüslerin daha sık geçtiği durağa yürümeye üşenip sistemini asla anlamadığım ve otobüslerin lütfederse durdukları o durakta otobüs bekliyordum. ve kendime beş dakika verdim. sonrasında telefona baktığımda saatin sonu çift sayı ile bitiyorsa yukarıdaki durağa tek sayı ile bitiyorsa aşağıdaki durağa gidecektim. saatin sürpriz olması için beş dakikayı yani 300 saniyeyi içimden saymaya başladım. tam o anda korkulan oldu ve birisi bana buradan bir otobüsün geçip geçmediğini sordu ve bende hayat hikayemi anlatmaya başladım. şaka şaka, aynı otobüsü beklediğimi, hiçbir fikrim olmadığını, ama yine de beş dakika bekleyeceğimi söyledim. bir taraftan da kızın yüzü tanıdık geldiği için daha önce nerede gördüğümü ve acaba yine kimi unuttuğumu hatırlamaya çalışıyordum. tabi bu arada 300’e kadar sayma işi yalan oldu ama neyse ki çok geçmeden bir otobüs gelip bizi bu çileden kurtardı. duraktaki tatlı kız otobüste yanıma oturdu biraz sohbet etmeye başladık, lise sondaymış ve her şeyin bu kadar başında olduğu için ona bol şans diledim. meğer benim son çalıştığım okulda okuyormuş sonradan birbirimizi hatırladık. çok kısa çalışmış olsam da derslerimi çok sevdiğini söyledi. yaptığım işle ilgili böyle samimi geri dönüşler alınca çok mutlu oluyorum. çünkü güzel şeyler söylemiş olması ona vereceğim sözlü notunda bir etken değil, çünkü artık çalışmıyorum. öğrencilerle uno oynarken sözlü notu ile tehdit etmeyi her zaman özleyeceğim, yalan yok. sadece harcadığım emeğin dışarıdan da görülür olması, bir karşılığı olması çok hoş. henüz tam olarak yetkin ve yetkili birisi sayılmasam da öğretmenlik yapmayı ne kadar sevdiğimi ve özlediğimi fark ettim. hadi dürüst olayım, akademi kısmı da güzel ama çok da kendimi ait hissedebildiğim bir dünya olmadı hiçbir zaman. sadece bir şeyler okumak, yazmak, konuyla ilgili birçok farklı görüşü bir araya getirip “çok büyük isimler böyle demiş” diyerek sonrasında kendi minik küçük fikirlerimi eklemek keyifliydi. kütüphanede sadece bir şey okumak ve yazmak için vakit geçirmek, rafların arasında tam olarak ne aradığını bilmeden ama kitapları eline alarak öylece bakınmak keyifliydi. önümüzdeki yıl için doktora yapma fikrine de çok uzak değilim eskisi gibi ama bunu yaparken kafamda gelecek kaygısı, ekonomik kaygılar olsun istemiyorum. daha önümü görebildiğim bir zaman diliminde şansımı denemek istiyorum çünkü akademik anlamda da söyleyecek birkaç şeyim kaldı gibi hissediyorum. sadece şimdi değil. kaygı demişken, birkaç aydır hep masamın üzerinde duran bir incil var. bir şey araştırırken lazım olmuştu ve o günden beri orada duruyor. evet, arada masamı topluyorum, her şeyi kaldırıyorum ama bir şekilde o incil kendisine başka bir yer bulamadığı için masamın sağ köşesinde kalıyor. bir gün sandalyede otururken ve aynı anda kıyafet dolabımı mı düzenlesem, uzun zamandır odamdaki rafın tozunu almadım her şeyi indirip onu mu halletsem, o sınava başvursam mı, bu okula cv göndermiş miydim gibi şeyler düşünürken elimi masaya uzattım incil’den rastgele bir sayfa açtım. luka’dan “kaygılanmayın” başlığının olduğu kısım çıktı. ilk paragraftaki ayetler ya da cümleler ya da her ne demek gerekiyorsa şöyleydi: “kargalara bakın! ne eker ne biçerler; ne kilerleri ne ambarları vardır. tanrı yine de onları doyurur. siz kuşlardan çok daha değerlisiniz. hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü bir anlık uzatabilir? bu küçücük işe bile gücünüz yetmediğine göre, öbür konularda neden kaygılanıyorsunuz?”. evet allah’ın her birimiz için bir rızık yarattığını biliyoruz ama bazen acele ediyoruz, sabırsız davranıyoruz galiba. belirsizliği düşünmektense oturup çalışmaktan başka bir şey yapmamız gerekmiyor sanırım, bir de bolca dua etmek. ve evet, bu yıl tekrar sınava hazırlanmaya karar verdim. mezun olalı dört ve hatta neredeyse beş sene olmuşken “eee sen neler yapıyorsun?” diyenlere hâlâ sınava hazırlandığımı söylüyor olmak çok iyi hissettirmese de son bir kez daha denemek istedim. son diyorum ama eğer tekrar başarısız olursam başka ne seçeneğim var onu da hiç bilmiyorum. hesap kesim tarihi geldi ama ekran görüntüsü alıp ödemesi için babama göndereceğim kredi kartı ekstreme hiç bakmak istemiyorum. bu yaşta ev ya da araba alma beklentim yoktu ama en azından bunu yapabilmeliydim sanki. aslında manavın camında hâlâ eleman aranıyor ilanı duruyor ama ne dersiniz benden manav olur mu sizce? birçok meyve ve sebzenin ismini biliyorum sonuçta. kafenin garson ilanını da tekrar asmışlardı ama işin içine kırılabilecek şeyler girince bu işi yapma olasılığım oldukça düşüyor, tıpkı elimden kayıp düşüveren bardaklar gibi. bu satırları sizlere dolapta bulduğum ve ne zamandan kaldığını bilmediğim bir külah bulmamın akabinde, buzluktaki dondurma kasesinden kaşık yardımıyla güç bela çıkarabildiğim dondurma parçacıklarını (dondurma topları diyemiyorum sadece şekilsiz parçalar çıkarmaya gücüm yetti) külaha doldurmamın ardından onu yerken yazıyorum. cümlenin başı ve sonunun kontrolünü o kadar kaybettim ki toparlamak için uğraşmıyorum bile, ama gecenin bir vakti umutsuzca dondurmadan parçalar koparmaya çalışarak onu külahın içine ittirmeye çalışma konseptini anladığınızı varsayıyorum. her neyse, tüm bu durumu felaketmiş gibi dramatize etmeden önce asla ne yapacağımı ve beni nelerin beklediğini bilmediğim geleceğim için bazı planlar yapma vakti. belki yarın cv bıraktığım halde geri dönüş yapmayı unutan yerlere tekrar cv bırakıp “selam beni hatırladınız mı?” derim. şaka yapıyorum bunu yapmayacağım, ama bir an yapacağıma inandınız değil mi, ama belki de yaparım o insanları bir daha görmeyeceğimi düşünürsek yüzsüzlük yapıyorum sayılmaz. hayır gerçekten şaka yapıyorum, bunu yapmayacağım. tekrar cv bırakmak için bir dönem bekleyeceğim. şu hayatta toplasanız belki beş tane iş görüşmem olmuştur ama buna rağmen hayatımın sonuna kadar yapacağım en kötü üç iş görüşmesi listesine girecek bir görüşmem bile oldu. cuma günü bir kurumla gittim görüştüm pazartesi bir daha gel görüşelim demişlerdi. sonra pazartesi bir daha gittim. “aaaa biz almıştık birisini ya” dediler. zaten araya hafta sonu girmişti ne ara ne oldu da böyle bir karara vardılar ben de anlamadım. iki aylık bir deneme süreci varmış, belki olmaz seni ararız yine diyerek kendi numarasını da verdi iş görüşmesini yaptığım kadın, bir de nasibin nereden geleceği belli olmaz temalı bir konuşma dinledim. neyse canım bize de anlatacak bir anı olmuş oldu ne diyelim.  aklıma geçen yıl benimle çalışmak isteyen ama hali hazırda çalıştığım bir yer olduğu için bırakıp gitmem ayıp olacağından şartları çok daha iyi olmasına rağmen reddettiğim o okul geliyor, sonrasında çalıştığım yer beni yarı yolda bırakmıştı ama ortada verilmiş bir söz de yoktu zaten. öylece ortada kalan tek şey bendim. işin kötü yanı evime de çok yakındı ve sürekli o okulla göz göze geliyoruz. işte size unutması zor bir platonik aşk hikayesi. platonik de diyemeyiz aslında, sadece zamanlama sorunu yaşadığımız bir ilişkiydi. elveda öğrencilerinden milyarlar almasına rağmen çalışan öğretmenlere sadece asgari ücret veren özel okul, kalbimde yerin hep ayrı olacak çünkü bu şartlar altında her şeye rağmen en iyisi sendin. minik bir sektör değişikliği yaparak bir bankayla bile görüştüm. çok beklendik bir sonuç olarak işe alınmadım. ama bu sefer sorun bende değil, kadın eleman çalıştırmıyorlarmış. bir taraf müşteri profiline uymadığı için başörtülü kadın çalıştırmıyor, diğer taraf komple kadın çalıştırmıyor. ne diyebilirim ki, işe başladığımın ertesi günü bir toplantıda “ya aklıma süper bir fikir geldi” diyerek sunacağım para basarak borçlarımızı ödeme fikrimi kaçırdılar.

26 yıllık hayatımda öğrendiğim bir şey varsa o da şudur ki; itibardan tasarruf olur ama kek yaparken yağ ve şekerden tasarruf olmaz. daha sağlıklı olsun, daha hafif olsun düşünceleri evet çok hoş. ama böyle bir şey yemek istiyorsak doğa bize harika meyveler ve sebzeler sunmuş. tüm bu sağlıklı, şekersiz ve yağsız kek tariflerini artık bir kenara bırakalım. kimsenin birbirini kandırmasına gerek yok. yulaf unu ile yapılmış, balla tatlandırılmış hiçbir şey yumurta ve şekeri uzun uzun karıştırıp pişirdiğimiz o keklerin lezzetini bize getirmeyecek. onu yemiyor oluşumuzu telafi etmeyecek. ben sağlıklı olmak istemiyorum, kek yemek istiyorum. 26 yıl yaşadın ve öğrendiğin tek şey bu mu diyeceksiniz, evet büyük bir parçası bu olabilir ama öğrendiğim başka şeyler de var elbette. mesela nothing hill filminde bir sahne vardı hatırlıyor musunuz, anna “ben sadece bir erkeğin önünde durmuş beni sevmesini isteyen bir kadınım.” diyordu william’a. bana böyle hissettiren, sevgi dileniyormuşum hissi veren herkesle ve her şeyle arama mesafe koydum ve bu çok iyi geldi. sırtımda duygusal bir yük taşıyormuşum da onu bir kenara bırakmışım ve yoluma artık küçük bir çanta ile devam ediyormuşum gibi oldu. sevgi dileniyormuşuz hissi sadece insanlarla olan ilişkilerimizde olmuyor. mesela bir kıyafetle olan ilişkimiz bile böyle hissettirebiliyor. o gömleği çok sevmem bana yakıştığı anlamına gelmiyor ve bir noktada ısrarla içinde iyi hissetme umudumu o gömlekle birlikte bir kenara bırakmam gerekiyor. şarkıda “haksızlığı da koydum bavula” diyor ya, yanına kalp kırıklıklarını da ekleyip ne varsa toplayıp yola devam etmek gerekiyor. birkaç gün önce çok sevdiğim bir arkadaşımla yalnız hissetmek üzerine konuştuk. bu his aileden arkadaşlardan bağımsız bir şey sanırım. iyi bir ailem var, süper arkadaşlarım var bunlar tamam ama yaklaşık bir yıldır yalnız hissediyorum kendimi. bunun duygusal boşluğunu ne doldurur onu da bilmiyorum, belki insan hiçbir zaman tamamlanmış ve tamam olmuş da hissetmiyordur. o tatmin hissini sağlayacak olan şey nedir bilmiyorum ama zaten tam anlamıyla anlaşılmayı beklemek de biraz ütopik sanırım, benim için hobi olarak hayatı romantize eden birisine göre bile.

ağustos ayı için kendime kusursuz bir bunalım ayı planlamıştım. ocak ayından beri yaşadığım her olumsuzlukta şimdi vaktim yok diyerek ağustosu bekliyordum. bir ay boyunca oturup sadece üzülecektim. ama üzülünecek şeylerin zaman aşımına uğramış olması bir yana, hâlâ tam anlamıyla boş vaktimin olmadığı bir ay geçirmek durumunda kaldım. neyse bundan sonra ertelemek yok, her şeye günü gününe üzüleceğim. sürekli bir şeyler yapmamız gereken yetişkin hayatına adım atmış olmak ne tuhaf, üstelik yetişkinliğin getirdiği evlilik ve iş gibi birçok sorumluluğa sahip değilken. kitap listem artık çok sıkıcılaştı mesela. nerede o sürekli roman okuduğum güzel günler? “marksizim ve feminizmin mutsuz evliliği”, “sahip olmadığımız şeyin keyfini sürmek”, “günümüzde acı” gibi birçok sıkıcı kitap var listemde. ve işin tuhaf yanı bunları okumaktan keyif de alıyorum, hiçbir baskı altında kalmadan kendi rızamla ve büyük bir hevesle alıp okuyorum. yaşamak benim için bu aralar sıkıcı kitaplardan keyif aldığım bir şeye evrildi, bu da büyümenin bir evresi herhalde daha önce hiç 26 yaşında olmadım bilmiyorum. aslı sütçüoğlu 29.5 yaşında hayatının aşkıyla tanıştı, rory gilmore 32 yaşında kariyerini pek de iyi yönetemediğini fark edip başka bir şeye yöneldi. evet hâlâ çok gencim ve evet hayatımı kurgu karakterlerle kıyaslıyorum. “konfor alanı mucize yaratmaz” biliyorum ama belki de o kadar mucizevi şeylere de ihtiyacım yoktur bu hayatta. bir sivil toplum kuruluşu var, yıllardır önünden de geçiyorum ama bir türlü dahil olmak istiyor muyum emin olamadım. geçen yine o binanın önünden geçerken e hadi bir girip bakayım ne yapıyorlarmış burada dedim. oradaki insanlarla tanışmak ve yaptıkları şeylere dahil olma fikri iyi hissettirdi. evde bir şeyler okuyup durmaktan sıkıldım çünkü. okuduğum, öğrendiğim şeyleri başka bir yerde de kullanabilecek olmak, başka insanlarla da paylaşabilecek olmak doğru hissettirdi. yıllardır bir şeyler yapmak için sürekli birilerini beklediğimi fark ettim ya birisinin beni bir şeye dahil etmesini bekliyordum ya ben e hadi şöyle mi yapsak böyle mi olsa diyordum. elbette herkesin ilgi alanı, yapmak istedikleri, hayalleri, doğruları kendine. o yüzden bir şeyler için başkalarını da peşimden sürüklemeyi bıraktım, bu yukarıda bahsettiğim “sevgi dileniyormuş gibi hissetmeyi” bırakmak operasyonunun bir parçası gibi düşünebiliriz. her neyse yeni yeni dahil olmaya çalıştığım sivil toplum kuruluşundan bahsediyordum size, biraz daha içlerinde yer alayım bir bakayım eğer gerçekten içime sinen bir yer olursa sizinle de paylaşırım. aksi olursa hiç yaşanmamış gibi davranırız. birilerine bir şeyleri anlatmazsak daha sonra onu reddetmemiz de gerekmez, sadece öyle bir şey hiç olmamış gibi yaparız ve olmaz. ama birisine anlatırsak ve o şeyden vazgeçersek karşı taraf bak şöyle bir şey vardı diyerek her zaman bir şeyleri öne sürebilir. paylaşım çemberimizi dar tutmak hayat kurtarır.  bu arada, tuzlu kurabiye tariflerinden yoğurt faktörü ne zaman çıkarıldı? hayır ben mi yanlış hatırlıyorum acaba, tuzlu kurabiyelere yoğurt da katıyorduk neredeyse emin gibiyim. ama yakın zamanlı hangi tuzlu kurabiye tarifine baksam içinde yoğurt yok. tamam kurabiyeler güzel oluyor ama tuzlu kurabiye konseyi ne zaman toplandı da artık yoğurt katmama kararı aldı hiç bilmiyorum, beni o toplantıya çağırmamışlar demek ki. toplantı demişken, bu şişe kapaklarının tamamen açılıp çıkarılmaması fikrinin atıldığı ortaya atıldığı toplantıda bulunmak ve ne saçma şeyler bunlar demeyi çok isterdim. şişenin kapağını çeviriyorsunuz açılıyor, sonra komple kapağı kaldırmak istiyorsunuz ama kapak şişeye hâlâ bağlı. sadece yukarı doğru kaldırabiliyorsunuz. eminim çok mantıklı gerekçelerle yapılmıştır ama bu fikrin ortaya atıldığı an orada olmak isterdim. acaba odada bulunan herkes büyük bir coşkuyla mı karşıladı bu fikri yoksa “he aynen” deyip dalga geçtiler, sonrasında bu ciddiye alındı ve bu üretim ondan sonra mı yapıldı. işte cevabını hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bazı sorular.

türk edebiyatı okumaya ağırlık verme, koruma ve yaşatma çalışmalarım kapsamında ikinci adımı ince memed ile attım. çalıkuşu okuduktan sonra daha fazla yapamayacağım galiba desem de pes etmedim. ağustos ayı hedefim dört kitabı da bitirmekti, iki üç haftada bitti zaten akıcı da bir dili vardı. sadece anadolunun bağrından kopup gelen ve bizden olanı anlatan bu hikayeler nasıl bu kadar yabancı geliyor ve içselleştiremiyorum onu anlamıyorum. üzerimden şu yabancılık hissini atayım ilerleyen süreçte daha çok keyif alacağımı umuyorum. ince memed’i okuma fikri yıllardır aklımın bir köşesinde vardı ama dört kitaptan oluştuğu için biraz gözümü korkutuyordu. anna karanina, sefiller ya da monte cristo contu okurken bir şey yok ince memed’in kalınlığı mı gözüne battı diyeceksiniz, e haklısınız. kütüphanedeki çalışan hanımefendiden kitabı rica ettikten sonra o raflar arasında kitabı bulmak için yol alırken bile acaba almadan gitsem mi diye düşünüyordum ki benden sonra kitap almak üzere arkamda bekleyen amca ince memed’i övmeye başladı, kitap okuyan çocukları görünce çok mutlu oluyorum dedi. kitabı almaktan başka bir şansım kalmamıştı anlayacağınız çünkü 26 yaşında olmama rağmen bana çocuk dedi yani beni prenses peri sanıyor. dedim “ay yok artık çocuk sayılmam pek 26 yaşındayım”, “benim senin yaşında oğlum var kesinlikle çocuk sayılırsın” dedi ve bende durumu kabullendim. bu arada 50’li yaşlardaki insanlara amca deme yaşını geçtim mi artık abi mi demeliyim yoksa babam da bu yaş grubunda olduğu için babam yaşlarındaki herkes amcadır diyerek bu geleneği devam ettirmeli miyim bazen emin olamıyorum. görüyorsunuz ya hayat gerçekten yaş aldıkça komplike bir hale geliyor. ince memed’e dönecek olursak kitaptan bahsederken spoiler vememek imkansız sanırım, ama bir yandan da bu kitabı hâlâ okumamış tek kişi ben kalmışım gibi hissettiğimden herkes olaydan haberdarmış gibi de geliyor. minik bir inceleme yazısı da yazdım aslında ama spoiler vermemek adına o kısmı burada paylaşmıyorum. her neyse kitabı okuduysanız ya da okuduktan sonra kapımı çalarsanız üzerine mülahaza etmek istediğim birkaç nokta var. görüyor musunuz, iki kitap okudum diye hemen mülahaza kelimesini kullanmaya başladım. teşekkürler türk edebiyatı.

julie and julia filmini geçen gün tekrar izledim. ilk 2019’da izlemiş olmam lazım, çünkü ondan sonraki süreçte blog yazma işini daha çok benimsediğimi hatırlıyorum. filmi bilmeyen varsa eğer yaptığı işe kendisini ait hissedemeyen ve yemek yapmayı çok seven bir kadın bir gün yemek maceralarını anlattığı bir blog açıyor ve olaylar gelişiyor. e tabi blogger olmak oradaki kadın gibi hayatımı değiştirmedi ama iki üç kişi okuyor olsa da kıyıda köşede anı biriktirme işini seviyorum. ilk yazımı 2018’de paylaşmışım, altı yıl geçmiş bile. önceleri daha düzenli ve derli toplu yazıyordum belki, şu an daha dağınık daha parça parça yazıyorum ama yine de bunu devam ettirebildiğim için mutluyum. insan bu hayatta bir şeyi olsun devamlı yapabilmeli değil mi? sonunu getirebildiğim şeylerin artması dileği ile diyelim.



Yorumlar

  1. Yazıların bana -benim gibi bir kış sever için- güze girdiğimiz şu günlerin akşam serinliği huzurunu veriyor. Başlıyorum ve soluksuz okuyorum, bittiğinde üzülüyorum öyle bir güzellik. Sen hep yaz biz hep okuyalım cânım 💘

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

balığın batması ve yan gitmesi hakkında bazı mülahazalar

arkadaşın ne yapıyorsun dediğinde hiç öyle bildiğin gibi aynı şeyler evdeyim deme yarışına katıldın ama rakibin benim

“alo iyi günler ben potansiyelimi harcamak istiyordum da nereye başvurabilirim? evet evet tek çekim olacak hepsini harcamak istiyorum.”