biz, kabarmayan ve kalıba yapışan kekler ülkesiyiz
inanılmaz
bir şey oldu. bir gün dolabı açtım, ne yesem diye bakındım ve zeytin yemeye
karar verdim. tamam yeşil zeytindi ama onu bile o kadar uzun zamandır
yemiyordum ki. sadece canım o an zeytin yemek istedi ve benim canım hiçbir
zaman böyle bir şey istemezdi. insan yaşlandıkça değişiyor derlerdi de
inanmazdım, canlı canlı şahit oldum bu olaya. üzerimde bir zeytin acemiliği var
yalnız, yıllardır yememiş olmanın verdiği çatalla bir türlü zeytini
yakalayamama acemiliği. bu arada yaşlı demişken buradan otobüs üreticilerine ve
tasarımcılarına seslenmek istiyorum: yaşlılar ters koltuklara oturmak istemiyor
ve otobüslerde gençlerden çok yaşlılar olduğu için bu büyük bir sorun haline
gelmeye başladı. yola bakmayan ters koltuklarla aralarında ne gibi bir husumet var
tam olarak bilmemekle birlikte lütfen yetkililer bu soruna bir çözüm bulsun.
belki o koltuklara oturunca karşıdaki insanla göz göze gelme olayını
sevmiyorlardır, bunu makul bulabilirim. bir diğer modern zamansal derdim ise
uykusuz göze lens takmak. rus romanlarında sıkça rastladığımız kürek cezasının
yanında bir tık hafif kaldığını düşündüğüm bu modern zaman işkencesini bir kere
bile yaşamamış şanslı insanların aramızda dolaşıyor olması beni
sinirlendiriyor. bence herkes bunu bir kere olsun deneyimlemeli ki ne kadar az
şükrettiğini fark etsin. lensi gözünüze taktığınız ilk beş saniye tüm
hayatınızın film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçmesine ek olarak acaba
kutuya lens solüsyonu yerine çamaşır suyu mu dökmüştüm ve bir daha bu kadar geç
yatmayacağım düşüncelerine boğuluyorsunuz. evet bunlar sadece ilk beş saniyede
olanlar. insan her şeye olduğu gibi buna da alışıyor ve bu döngü zaman zaman
tekrarlanıyor. bir diğer modern zaman handikabı da misafir gelmeden önce
temizlenen o ocaklar. herkesi misafirliğe gittiği evlerde temiz ocak gördüğünde
bunu takdir etmeye davet ediyorum. çünkü ocak temizlemek büyük bir iş; incelik,
sabır ve bolca sıkılan spreyler istiyor. ve emin olun sıkılan o tüm şeyler asla
tek seferde çıkmıyor. o yüzden birisinin evine gittiğinizde temiz ocak
gördüğünüzde bilin ki o evin sahibi kadın en yüce övgülere layıktır. kadın
diyorum çünkü erkekler genelde ocak silmez, ama umarım benim müstakbel eşim
hobi olarak ocak siliyordur çünkü ben hiç sevmiyorum. yani ileride evime
geldiğinizde ocağın temiz olmaması beni pis birisi yapmaz sadece övgü almayı
beklediğim bir alan değil diyelim. ve madem toplumsal cinsiyet rolleri
belirliyoruz ve bazı şeyler bazı cinsiyetlere ait olsun diyoruz; ocak
temizlemek erkek işi olsun diyorum. kabul edenler? etmeyenler? oy çokluğu ile
kabul edilmiştir.
bin
bir uğraş sonucu tezimi üniversiteye teslim etmeyi başardım. gerekli belgeleri
toparlama, imzaları alma ve enstitüye teslim etme kısmını halletmektense otur
bir tez daha yaz deseler tamamdır derdim herhalde. 2024 yılında bir ay
içerisinde toplam yedi adet cd almak durumunda kaldım inanabiliyor musunuz?
alıyorum, tezi cd içerisine yüklüyorum götürüyorum bir şey eksik, hop bir daha
baştan. cd’ler her zaman bir şey yüklendikten sonra bir daha kullanılamaz,
içindeki şey silinemez ve yeni bir şey eklenemez şeyler miydi, yeni nesil
cd’ler mi böyle bir değişik anlamıyorum. e yani sende, bir yanlış olur iki
yanlış olur her gün enstitüden aranmaz bir insan diyebilirsiniz. en yetkili
kişiye her şey tamam di mi diyorum, evet evet diyor. sonra arayıp şu eksikmiş diyor.
evet zor oldu ama deneyim oldu, anlatıp gülüp eğlenecek anı oldu. yaşanan her
olumsuzluğa böyle bakıyorum ki hayat gerçekten çekilir tatlı bir yer olsun.
üç
adım yukarıdaki ya da beş adım aşağıdaki otobüslerin daha sık geçtiği durağa
yürümeye üşenip sistemini asla anlamadığım ve otobüslerin lütfederse durdukları
o durakta otobüs bekliyordum. ve kendime beş dakika verdim. sonrasında telefona
baktığımda saatin sonu çift sayı ile bitiyorsa yukarıdaki durağa tek sayı ile
bitiyorsa aşağıdaki durağa gidecektim. saatin sürpriz olması için beş dakikayı
yani 300 saniyeyi içimden saymaya başladım. tam o anda korkulan oldu ve birisi
bana buradan bir otobüsün geçip geçmediğini sordu ve bende hayat hikayemi
anlatmaya başladım. şaka şaka, aynı otobüsü beklediğimi, hiçbir fikrim
olmadığını, ama yine de beş dakika bekleyeceğimi söyledim. bir taraftan da
kızın yüzü tanıdık geldiği için daha önce nerede gördüğümü ve acaba yine kimi
unuttuğumu hatırlamaya çalışıyordum. tabi bu arada 300’e kadar sayma işi yalan
oldu ama neyse ki çok geçmeden bir otobüs gelip bizi bu çileden kurtardı.
duraktaki tatlı kız otobüste yanıma oturdu biraz sohbet etmeye başladık, lise
sondaymış ve her şeyin bu kadar başında olduğu için ona bol şans diledim. meğer
benim son çalıştığım okulda okuyormuş sonradan birbirimizi hatırladık. çok kısa
çalışmış olsam da derslerimi çok sevdiğini söyledi. yaptığım işle ilgili böyle
samimi geri dönüşler alınca çok mutlu oluyorum. çünkü güzel şeyler söylemiş
olması ona vereceğim sözlü notunda bir etken değil, çünkü artık çalışmıyorum.
öğrencilerle uno oynarken sözlü notu ile tehdit etmeyi her zaman özleyeceğim,
yalan yok. sadece harcadığım emeğin dışarıdan da görülür olması, bir karşılığı
olması çok hoş. henüz tam olarak yetkin ve yetkili birisi sayılmasam da
öğretmenlik yapmayı ne kadar sevdiğimi ve özlediğimi fark ettim. hadi dürüst
olayım, akademi kısmı da güzel ama çok da kendimi ait hissedebildiğim bir dünya
olmadı hiçbir zaman. sadece bir şeyler okumak, yazmak, konuyla ilgili birçok
farklı görüşü bir araya getirip “çok büyük isimler böyle demiş” diyerek
sonrasında kendi minik küçük fikirlerimi eklemek keyifliydi. kütüphanede sadece
bir şey okumak ve yazmak için vakit geçirmek, rafların arasında tam olarak ne
aradığını bilmeden ama kitapları eline alarak öylece bakınmak keyifliydi.
önümüzdeki yıl için doktora yapma fikrine de çok uzak değilim eskisi gibi ama
bunu yaparken kafamda gelecek kaygısı, ekonomik kaygılar olsun istemiyorum.
daha önümü görebildiğim bir zaman diliminde şansımı denemek istiyorum çünkü
akademik anlamda da söyleyecek birkaç şeyim kaldı gibi hissediyorum. sadece
şimdi değil. kaygı demişken, birkaç aydır hep masamın üzerinde duran bir incil
var. bir şey araştırırken lazım olmuştu ve o günden beri orada duruyor. evet,
arada masamı topluyorum, her şeyi kaldırıyorum ama bir şekilde o incil
kendisine başka bir yer bulamadığı için masamın sağ köşesinde kalıyor. bir gün
sandalyede otururken ve aynı anda kıyafet dolabımı mı düzenlesem, uzun zamandır
odamdaki rafın tozunu almadım her şeyi indirip onu mu halletsem, o sınava
başvursam mı, bu okula cv göndermiş miydim gibi şeyler düşünürken elimi masaya
uzattım incil’den rastgele bir sayfa açtım. luka’dan “kaygılanmayın” başlığının
olduğu kısım çıktı. ilk paragraftaki ayetler ya da cümleler ya da her ne demek
gerekiyorsa şöyleydi: “kargalara bakın! ne eker ne biçerler; ne kilerleri ne
ambarları vardır. tanrı yine de onları doyurur. siz kuşlardan çok daha değerlisiniz.
hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü bir anlık uzatabilir? bu küçücük işe bile
gücünüz yetmediğine göre, öbür konularda neden kaygılanıyorsunuz?”. evet
allah’ın her birimiz için bir rızık yarattığını biliyoruz ama bazen acele
ediyoruz, sabırsız davranıyoruz galiba. belirsizliği düşünmektense oturup
çalışmaktan başka bir şey yapmamız gerekmiyor sanırım, bir de bolca dua etmek.
ve evet, bu yıl tekrar sınava hazırlanmaya karar verdim. mezun olalı dört ve
hatta neredeyse beş sene olmuşken “eee sen neler yapıyorsun?” diyenlere hâlâ
sınava hazırlandığımı söylüyor olmak çok iyi hissettirmese de son bir kez daha
denemek istedim. son diyorum ama eğer tekrar başarısız olursam başka ne
seçeneğim var onu da hiç bilmiyorum. hesap kesim tarihi geldi ama ekran görüntüsü
alıp ödemesi için babama göndereceğim kredi kartı ekstreme hiç bakmak
istemiyorum. bu yaşta ev ya da araba alma beklentim yoktu ama en azından bunu
yapabilmeliydim sanki. aslında manavın camında hâlâ eleman aranıyor ilanı
duruyor ama ne dersiniz benden manav olur mu sizce? birçok meyve ve sebzenin
ismini biliyorum sonuçta. kafenin garson ilanını da tekrar asmışlardı ama işin
içine kırılabilecek şeyler girince bu işi yapma olasılığım oldukça düşüyor,
tıpkı elimden kayıp düşüveren bardaklar gibi. bu satırları sizlere dolapta
bulduğum ve ne zamandan kaldığını bilmediğim bir külah bulmamın akabinde,
buzluktaki dondurma kasesinden kaşık yardımıyla güç bela çıkarabildiğim
dondurma parçacıklarını (dondurma topları diyemiyorum sadece şekilsiz parçalar
çıkarmaya gücüm yetti) külaha doldurmamın ardından onu yerken yazıyorum.
cümlenin başı ve sonunun kontrolünü o kadar kaybettim ki toparlamak için
uğraşmıyorum bile, ama gecenin bir vakti umutsuzca dondurmadan parçalar
koparmaya çalışarak onu külahın içine ittirmeye çalışma konseptini anladığınızı
varsayıyorum. her neyse, tüm bu durumu felaketmiş gibi dramatize etmeden önce
asla ne yapacağımı ve beni nelerin beklediğini bilmediğim geleceğim için bazı
planlar yapma vakti. belki yarın cv bıraktığım halde geri dönüş yapmayı unutan
yerlere tekrar cv bırakıp “selam beni hatırladınız mı?” derim. şaka yapıyorum
bunu yapmayacağım, ama bir an yapacağıma inandınız değil mi, ama belki de
yaparım o insanları bir daha görmeyeceğimi düşünürsek yüzsüzlük yapıyorum
sayılmaz. hayır gerçekten şaka yapıyorum, bunu yapmayacağım. tekrar cv bırakmak
için bir dönem bekleyeceğim. şu hayatta toplasanız belki beş tane
iş görüşmem olmuştur ama buna rağmen hayatımın sonuna kadar yapacağım en kötü
üç iş görüşmesi listesine girecek bir görüşmem bile oldu. cuma günü bir kurumla
gittim görüştüm pazartesi bir daha gel görüşelim demişlerdi. sonra pazartesi
bir daha gittim. “aaaa biz almıştık birisini ya” dediler. zaten araya hafta sonu
girmişti ne ara ne oldu da böyle bir karara vardılar ben de anlamadım. iki
aylık bir deneme süreci varmış, belki olmaz seni ararız yine diyerek kendi
numarasını da verdi iş görüşmesini yaptığım kadın, bir de nasibin nereden
geleceği belli olmaz temalı bir konuşma dinledim. neyse canım bize de anlatacak
bir anı olmuş oldu ne diyelim. aklıma
geçen yıl benimle çalışmak isteyen ama hali hazırda çalıştığım bir yer olduğu
için bırakıp gitmem ayıp olacağından şartları çok daha iyi olmasına rağmen
reddettiğim o okul geliyor, sonrasında çalıştığım yer beni yarı yolda
bırakmıştı ama ortada verilmiş bir söz de yoktu zaten. öylece ortada kalan tek
şey bendim. işin kötü yanı evime de çok yakındı ve sürekli o okulla göz göze
geliyoruz. işte size unutması zor bir platonik aşk hikayesi. platonik de
diyemeyiz aslında, sadece zamanlama sorunu yaşadığımız bir ilişkiydi. elveda
öğrencilerinden milyarlar almasına rağmen çalışan öğretmenlere sadece asgari
ücret veren özel okul, kalbimde yerin hep ayrı olacak çünkü bu şartlar altında
her şeye rağmen en iyisi sendin. minik bir sektör değişikliği yaparak bir
bankayla bile görüştüm. çok beklendik bir sonuç olarak işe alınmadım. ama bu sefer sorun bende değil, kadın eleman çalıştırmıyorlarmış. bir taraf müşteri profiline uymadığı için başörtülü kadın çalıştırmıyor, diğer taraf komple kadın çalıştırmıyor. ne
diyebilirim ki, işe başladığımın ertesi günü bir toplantıda “ya aklıma süper
bir fikir geldi” diyerek sunacağım para basarak borçlarımızı ödeme fikrimi
kaçırdılar.
26
yıllık hayatımda öğrendiğim bir şey varsa o da şudur ki; itibardan tasarruf
olur ama kek yaparken yağ ve şekerden tasarruf olmaz. daha sağlıklı olsun, daha
hafif olsun düşünceleri evet çok hoş. ama böyle bir şey yemek istiyorsak doğa
bize harika meyveler ve sebzeler sunmuş. tüm bu sağlıklı, şekersiz ve yağsız
kek tariflerini artık bir kenara bırakalım. kimsenin birbirini kandırmasına
gerek yok. yulaf unu ile yapılmış, balla tatlandırılmış hiçbir şey yumurta ve
şekeri uzun uzun karıştırıp pişirdiğimiz o keklerin lezzetini bize
getirmeyecek. onu yemiyor oluşumuzu telafi etmeyecek. ben sağlıklı olmak
istemiyorum, kek yemek istiyorum. 26 yıl yaşadın ve öğrendiğin tek şey bu mu
diyeceksiniz, evet büyük bir parçası bu olabilir ama öğrendiğim başka şeyler de
var elbette. mesela nothing hill filminde bir sahne vardı hatırlıyor musunuz,
anna “ben sadece bir erkeğin önünde durmuş beni sevmesini isteyen bir kadınım.”
diyordu william’a. bana böyle hissettiren, sevgi dileniyormuşum hissi veren
herkesle ve her şeyle arama mesafe koydum ve bu çok iyi geldi. sırtımda
duygusal bir yük taşıyormuşum da onu bir kenara bırakmışım ve yoluma artık
küçük bir çanta ile devam ediyormuşum gibi oldu. sevgi dileniyormuşuz hissi
sadece insanlarla olan ilişkilerimizde olmuyor. mesela bir kıyafetle olan
ilişkimiz bile böyle hissettirebiliyor. o gömleği çok sevmem bana yakıştığı
anlamına gelmiyor ve bir noktada ısrarla içinde iyi hissetme umudumu o gömlekle
birlikte bir kenara bırakmam gerekiyor. şarkıda “haksızlığı da koydum bavula”
diyor ya, yanına kalp kırıklıklarını da ekleyip ne varsa toplayıp yola devam
etmek gerekiyor. birkaç gün önce çok sevdiğim bir arkadaşımla yalnız hissetmek
üzerine konuştuk. bu his aileden arkadaşlardan bağımsız bir şey sanırım. iyi
bir ailem var, süper arkadaşlarım var bunlar tamam ama yaklaşık bir yıldır
yalnız hissediyorum kendimi. bunun duygusal boşluğunu ne doldurur onu da
bilmiyorum, belki insan hiçbir zaman tamamlanmış ve tamam olmuş da
hissetmiyordur. o tatmin hissini sağlayacak olan şey nedir bilmiyorum ama zaten
tam anlamıyla anlaşılmayı beklemek de biraz ütopik sanırım, benim için hobi
olarak hayatı romantize eden birisine göre bile.
ağustos
ayı için kendime kusursuz bir bunalım ayı planlamıştım. ocak ayından beri
yaşadığım her olumsuzlukta şimdi vaktim yok diyerek ağustosu bekliyordum. bir
ay boyunca oturup sadece üzülecektim. ama üzülünecek şeylerin zaman aşımına
uğramış olması bir yana, hâlâ tam anlamıyla boş vaktimin olmadığı bir ay
geçirmek durumunda kaldım. neyse bundan sonra ertelemek yok, her şeye günü
gününe üzüleceğim. sürekli bir şeyler yapmamız gereken yetişkin hayatına adım
atmış olmak ne tuhaf, üstelik yetişkinliğin getirdiği evlilik ve iş gibi birçok
sorumluluğa sahip değilken. kitap listem artık çok sıkıcılaştı mesela. nerede o
sürekli roman okuduğum güzel günler? “marksizim ve feminizmin mutsuz evliliği”,
“sahip olmadığımız şeyin keyfini sürmek”, “günümüzde acı” gibi birçok sıkıcı
kitap var listemde. ve işin tuhaf yanı bunları okumaktan keyif de alıyorum,
hiçbir baskı altında kalmadan kendi rızamla ve büyük bir hevesle alıp okuyorum.
yaşamak benim için bu aralar sıkıcı kitaplardan keyif aldığım bir şeye evrildi,
bu da büyümenin bir evresi herhalde daha önce hiç 26 yaşında olmadım
bilmiyorum. aslı sütçüoğlu 29.5 yaşında hayatının aşkıyla tanıştı, rory gilmore
32 yaşında kariyerini pek de iyi yönetemediğini fark edip başka bir şeye
yöneldi. evet hâlâ çok gencim ve evet hayatımı kurgu karakterlerle
kıyaslıyorum. “konfor alanı mucize yaratmaz” biliyorum ama belki de o kadar
mucizevi şeylere de ihtiyacım yoktur bu hayatta. bir sivil toplum kuruluşu var,
yıllardır önünden de geçiyorum ama bir türlü dahil olmak istiyor muyum emin olamadım.
geçen yine o binanın önünden geçerken e hadi bir girip bakayım ne yapıyorlarmış
burada dedim. oradaki insanlarla tanışmak ve yaptıkları şeylere dahil olma
fikri iyi hissettirdi. evde bir şeyler okuyup durmaktan sıkıldım çünkü.
okuduğum, öğrendiğim şeyleri başka bir yerde de kullanabilecek olmak, başka
insanlarla da paylaşabilecek olmak doğru hissettirdi. yıllardır bir şeyler
yapmak için sürekli birilerini beklediğimi fark ettim ya birisinin beni bir
şeye dahil etmesini bekliyordum ya ben e hadi şöyle mi yapsak böyle mi olsa
diyordum. elbette herkesin ilgi alanı, yapmak istedikleri, hayalleri, doğruları
kendine. o yüzden bir şeyler için başkalarını da peşimden sürüklemeyi bıraktım,
bu yukarıda bahsettiğim “sevgi dileniyormuş gibi hissetmeyi” bırakmak
operasyonunun bir parçası gibi düşünebiliriz. her neyse yeni yeni dahil olmaya
çalıştığım sivil toplum kuruluşundan bahsediyordum size, biraz daha içlerinde
yer alayım bir bakayım eğer gerçekten içime sinen bir yer olursa sizinle de
paylaşırım. aksi olursa hiç yaşanmamış gibi davranırız. birilerine bir şeyleri
anlatmazsak daha sonra onu reddetmemiz de gerekmez, sadece öyle bir şey hiç
olmamış gibi yaparız ve olmaz. ama birisine anlatırsak ve o şeyden vazgeçersek
karşı taraf bak şöyle bir şey vardı diyerek her zaman bir şeyleri öne
sürebilir. paylaşım çemberimizi dar tutmak hayat kurtarır. bu arada, tuzlu kurabiye tariflerinden yoğurt
faktörü ne zaman çıkarıldı? hayır ben mi yanlış hatırlıyorum acaba, tuzlu
kurabiyelere yoğurt da katıyorduk neredeyse emin gibiyim. ama yakın zamanlı
hangi tuzlu kurabiye tarifine baksam içinde yoğurt yok. tamam kurabiyeler güzel
oluyor ama tuzlu kurabiye konseyi ne zaman toplandı da artık yoğurt katmama
kararı aldı hiç bilmiyorum, beni o toplantıya çağırmamışlar demek ki. toplantı
demişken, bu şişe kapaklarının tamamen açılıp çıkarılmaması fikrinin atıldığı
ortaya atıldığı toplantıda bulunmak ve ne saçma şeyler bunlar demeyi çok
isterdim. şişenin kapağını çeviriyorsunuz açılıyor, sonra komple kapağı
kaldırmak istiyorsunuz ama kapak şişeye hâlâ bağlı. sadece yukarı doğru
kaldırabiliyorsunuz. eminim çok mantıklı gerekçelerle yapılmıştır ama bu fikrin
ortaya atıldığı an orada olmak isterdim. acaba odada bulunan herkes büyük bir
coşkuyla mı karşıladı bu fikri yoksa “he aynen” deyip dalga geçtiler,
sonrasında bu ciddiye alındı ve bu üretim ondan sonra mı yapıldı. işte cevabını
hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bazı sorular.
türk
edebiyatı okumaya ağırlık verme, koruma ve yaşatma çalışmalarım kapsamında
ikinci adımı ince memed ile attım. çalıkuşu okuduktan sonra daha fazla
yapamayacağım galiba desem de pes etmedim. ağustos ayı hedefim dört kitabı da
bitirmekti, iki üç haftada bitti zaten akıcı da bir dili vardı. sadece
anadolunun bağrından kopup gelen ve bizden olanı anlatan bu hikayeler nasıl bu
kadar yabancı geliyor ve içselleştiremiyorum onu anlamıyorum. üzerimden şu
yabancılık hissini atayım ilerleyen süreçte daha çok keyif alacağımı umuyorum.
ince memed’i okuma fikri yıllardır aklımın bir köşesinde vardı ama dört
kitaptan oluştuğu için biraz gözümü korkutuyordu. anna karanina, sefiller ya da
monte cristo contu okurken bir şey yok ince memed’in kalınlığı mı gözüne battı
diyeceksiniz, e haklısınız. kütüphanedeki çalışan hanımefendiden kitabı rica
ettikten sonra o raflar arasında kitabı bulmak için yol alırken bile acaba
almadan gitsem mi diye düşünüyordum ki benden sonra kitap almak üzere arkamda
bekleyen amca ince memed’i övmeye başladı, kitap okuyan çocukları görünce çok
mutlu oluyorum dedi. kitabı almaktan başka bir şansım kalmamıştı anlayacağınız
çünkü 26 yaşında olmama rağmen bana çocuk dedi yani beni prenses peri sanıyor.
dedim “ay yok artık çocuk sayılmam pek 26 yaşındayım”, “benim senin yaşında
oğlum var kesinlikle çocuk sayılırsın” dedi ve bende durumu kabullendim. bu
arada 50’li yaşlardaki insanlara amca deme yaşını geçtim mi artık abi mi
demeliyim yoksa babam da bu yaş grubunda olduğu için babam yaşlarındaki herkes
amcadır diyerek bu geleneği devam ettirmeli miyim bazen emin olamıyorum.
görüyorsunuz ya hayat gerçekten yaş aldıkça komplike bir hale geliyor. ince
memed’e dönecek olursak kitaptan bahsederken spoiler vememek imkansız sanırım,
ama bir yandan da bu kitabı hâlâ okumamış tek kişi ben kalmışım gibi
hissettiğimden herkes olaydan haberdarmış gibi de geliyor. minik bir inceleme
yazısı da yazdım aslında ama spoiler vermemek adına o kısmı burada
paylaşmıyorum. her neyse kitabı okuduysanız ya da okuduktan sonra kapımı
çalarsanız üzerine mülahaza etmek istediğim birkaç nokta var. görüyor musunuz,
iki kitap okudum diye hemen mülahaza kelimesini kullanmaya başladım.
teşekkürler türk edebiyatı.
julie
and julia filmini geçen gün tekrar izledim. ilk 2019’da izlemiş olmam lazım,
çünkü ondan sonraki süreçte blog yazma işini daha çok benimsediğimi
hatırlıyorum. filmi bilmeyen varsa eğer yaptığı işe kendisini ait hissedemeyen
ve yemek yapmayı çok seven bir kadın bir gün yemek maceralarını anlattığı bir
blog açıyor ve olaylar gelişiyor. e tabi blogger olmak oradaki kadın gibi
hayatımı değiştirmedi ama iki üç kişi okuyor olsa da kıyıda köşede anı
biriktirme işini seviyorum. ilk yazımı 2018’de paylaşmışım, altı yıl geçmiş
bile. önceleri daha düzenli ve derli toplu yazıyordum belki, şu an daha dağınık
daha parça parça yazıyorum ama yine de bunu devam ettirebildiğim için mutluyum.
insan bu hayatta bir şeyi olsun devamlı yapabilmeli değil mi? sonunu getirebildiğim
şeylerin artması dileği ile diyelim.
Yazıların bana -benim gibi bir kış sever için- güze girdiğimiz şu günlerin akşam serinliği huzurunu veriyor. Başlıyorum ve soluksuz okuyorum, bittiğinde üzülüyorum öyle bir güzellik. Sen hep yaz biz hep okuyalım cânım 💘
YanıtlaSil💖
Sil