“alo iyi günler ben potansiyelimi harcamak istiyordum da nereye başvurabilirim? evet evet tek çekim olacak hepsini harcamak istiyorum.”
türk
dil kurumu 2024 için yılın kelimesini “kalabalık yalnızlık” olarak belirlemişti
ama benim için yılın kelimesi potansiyeldi. üstelik tek kelime, öyle yılın
kelimesi diyip iki kelimelik bir kelime de seçmedim. bence hepimiz bu kelimeden
çok sıkıldık. “potansiyelini harcıyorsun”, “potansiyelinin üzerinde/ altında”,
“o işin potansiyeli yok”, “potansiyelsiz birisi” gibi uzayıp gidiyor bu liste.
insan bir durup “ne potansiyelmiş be” diyor. bu konfor alanında kalmak ve
potansiyelini harcamak konusu biraz abartılıyor gibi gelmeye başladı artık. her
zaman söylendiği gibi, konforlu yeri neden terk edeyim? birimiz için harcanmış
ve potansiyelinin altında kalmış bir hayat bir diğerimiz için yaşaması en
huzurlu hayat olabilir. ve bence bu hayatı bedenen ve ruhen huzurlu olmaya
çalışarak geçiriyoruz. babam geçen gün bir futbolcunun kadın hakemin kararını
beğenmediği için “mutfaktan çıkmamalıydın” dediğini ve bunun için ceza aldığını
söylemişti. ilk başta bu cinsiyetçi tavrını yanlış bulmuştum ama daha sonra
üzerine düşününce aslında söylediği şeyin elinin hamuru ile burada ne işin var
gibi bir yere çıkıyor olması da rahatsız edici. daha da kötü olan kısmı
elimizin hamuru ile var olmanın birisine üstten bakmak istediğimizde
söyleyebileceğimiz bir şey gibi görünmesi. mona lisa smile filminde bir kadın
yapmak istediği şeyin ev hanımlığı olduğunu ve bu hayalinin onu diğerlerinden
daha aşağıda yapmayacağını anlatan bir sahne vardı. aynı şekilde küçük kadınlar
kitabında meg evlenmek istediği zaman jo ona hayatını mahvettiğini söylüyordu
ama meg hayallerim seninkinden farklı diye daha az önemli değiller gibi bir şey
söylüyordu. bu olay galiba filmde geçiyordu ama kitap kısmından çok emin
olamadım, şöyle bir karıştırdım kitabı ama böyle bir diyaloga denk gelemedim.
ama bir yerde bu minvalde bir konuşma vardı bana güvenebilirsiniz. ev hanımlığı
müessesesinin ne kadar hakkının yendiğini bu sene daha çok fark ettim. ev içi
emeğin maddi değeri olmayışını tamamen ayrı bir yere koyuyorum zaten o apayrı
bir şey ama insanların gözünde allah razı olsunluk bir değeri bile olmuyor
bazen. bir kere inanılmaz yorucu bir şey, mesai kavramı yok. zorunluluktan
doğan bir müessese gözüyle bakılıyor ama tercih edilebilir bir şey de olabilir.
ev hanımı olmak, vaktini ev işleri ile geçirmek demek derinliği olmayan
birisine dönüşmüş olmak gibi algılanıyor ama halbuki çok farklı şeyler. kendimi
hiç çalışma hayatında var olmayan ve evde duran birisi olarak hayal etmemiştim
mesela. ama bu yıl ilk defa işsiz ve okulsuz kaldım, ilk başta bu durum beni
biraz paniğe sürükledi. aslında kendimleyken çok sorun yaşadığım bir durum
değildi ama başka insanlarlayken o kadar okudun hiç mi bir şey olamadın
tavırları bir şey yapmam lazım telaşına dönüştürdü. ama şu son bir iki aydır
hayatımdaki mevcut durumun tadını çıkarıyorum. bir yerden mail beklemiyorum,
yetişmesi gereken bir görevim yok, annemin sildiğim ocağı asla temiz bulmaması
dışında sorumluluk noktasında üzerimde herhangi bir yük yok, ne istersem okuyup
izleyebiliyorum belki bir daha bu kadar özgür hissettiğim bir dönem olmayacak.
şu an bir seçenek sunulsa evet çalışıyor olmak, kendi işimi yapıyor olmak
isterdim ama öyle bir imkanım yoksa anın tadını çıkarmak da gayet keyifli. “iki
yıllık okuyanlar bile iş buldu bak yaşıtların ikinciyi doğuruyor
çalışmayacaksan evlen bari” gibi uzayıp giden cümlelerden uzak kalamıyoruz, o
kadar okuyup etmişiz edep sen ne güzel şeysin demişiz insanları da
tersleyemiyoruz. çevremizi ve mevcut durumu değiştiremeyeceğimizi kabul edip
elimizdekilerden keyif almak en güzeli. bu arada sadece insanlardan da
bahsetmiyorum. geçen gün youtube’da karşıma işsiz kalmakla ilgili bir video
çıkmıştı ve akışımdan ısrarla gitmeyince izleyeyim bari demiştim. daha sonra
karşıma “geç kalmak”, “başarısızlık hissi”, “işsiz olmak senin suçun değil”,
“nitelikli işsizler”, “başarının sırrı” gibi büyük harflerle başlıklandırılmış
videolar çıkmaya başladı. bir saniye ya o kadar da vahim durumda değiliz demek
istedim. ama izlediğim videoda kadın paraya ihtiyacın olmadığı için
çalışmadığın zamanlarda insanlar senin için oh ne güzel yatıyorsun diyor ama o
öyle bir şey değil demişti, o kısmı çok iyi anladım. evet şu an için bir gelire
ihtiyacım yok ama “oh ne güzel yatıyorum evde”lik bir durum da değil bence.
konuyu da amma uzattım sözde artık daha derli toplu, kısa ve öz yazılar
yazacaktım. sonuç olarak taksitsiz, koşulsuz şartsız potansiyelimi harcamak bu
aralar bana çok iyi hissettiriyor. ha belki de potansiyelim de budur ve ben tam
da potansiyelimin gereğini yerine getiriyorumdur onu da bilemeyiz. her iki durumda
da benim hiçbir şikayetim yok. ben zeytinli poğaçanın üzerine zeytin siyah
olduğu için çörek otu, peynirli poğaçanın üzerine açık renkli olduğu için susam
serpiştirecek kadar basit dümdüz bir hayat yaşamaya çalışıyorum lütfen zorluk
çıkarmayın.
iki kişilik minik kitap kulübümüzde
geçen ay yusuf atılgan’ın aylak adamını okuduk arkadaşımla. 2018’de almış
okumuşum ama üzerinden epey zaman ve kitap geçtiği için belli belirsiz
hatırlıyordum. eskiden okuduğum, satırlarını çizdiğim bir kitabı tekrar okumak
farklı hissettiriyor. altını çizdiğim cümlelere bir bakıyorum da 2018’de daha
netmişim mesela bazı konularda, şimdi o netliğim yok. o köşelerin törpülenmesi
evet güzel ama bir taraftan da cahil cesareti ile “benim istediğim/ istemediğim
işte bu” deme netliğini de özlemişim. bir zamanlar o kişi ben değilmişim gibi
geldi, uzaktan baktığım hayatını merak ettiğim bir yabancı sanki. halbuki altı
yedi yıl önceki ben işte. büyüyoruz ve değişiyoruz ama bir yerlerde insanlar
bizi o eski halimizle hatırlıyor gibi bir şey okumuştum bir yerlerde, kimse
geride kalmış birisini o kadar da hatırlamaz zaten muhtemelen ama insan bazen
mevcut koşullarda tanışsak nasıl olurdu acaba diye de merak ediyor. sonra biraz
düşününce muhtemelen yine aynı sonuca ulaşılırdı diye düşünülüp bu merak hissi
gideriliyor.
bu yıl her ayın sonunda bir yazı
yayınlama kararı aldım. yazmak bir yetenek işi midir bilmiyorum ama öyleyse de
bu konuda yetenekliyim diyemem. sadece bu işi düzenli bir şekilde yapınca biraz
da olsa gelişme gösterebildiğimi fark ettim ve yazmaya ara verdikçe onu
kaybetmeye başladığımı hissettim. çünkü hikayemi sürdürecek bir şeyler yapmam
lazım. aslında hiç yoktan her ay okuduklarımdan izlediklerimden bahsedebilirim
belki bu sayede biraz utanırım ve yazacak bir şeylerim olsun diyerek boş boş
tavana bakma vakitlerimi daha verimli geçirebilirim. bu ay okuduklarımdan da
izlediklerimden de çok keyif aldım aslında ama hiç de uzun uzun anlatasım
gelmedi. biz de zaten merak etmiyorduk iyi oldu dediğinizi duyar gibiyim, aşk
olsun. uzun zamandır hep ekonomiyle kadın haklarıyla alakalı kitaplar
okuyordum, tamam onlar da iyi hoş ama bu bünye roman okumak istiyor. o yüzden
bu yıl alacağım ilk kitap bir roman olsun istedim. louisa may alcott galiba en
sevdiğim yazar, geçmiş yıllarda yaşamış bir yazar olabilseydim iki kitabını
okumuş olmama rağmen kesinlikle o olmak isterdim. yazım şekli beni hem çok
eğlendiriyor hem tam kalbime dokunuyor. mesela “tartlar ufalanıp ceplerine
yapışınca hem insan doğasının hem de hamur işlerinin ne kadar kırılgan olduğunu
öğrenmiş oldular.” bu cümleyi ben yazmış olmayı çok isterdim. bir gün ege’de
bir yerde inzivaya çekilip kitabımı yazdığımda umarım içerisinde böyle güzel
cümleler belirmiş olur. bu ay damarlarımda dolaşan romantik komedi oranında bir
azalma hissettiğim için hemen izlenecek romantik komedi filmleri arşivimi
karıştırdım bir tane seçtim. hani romantik komedilerin gerçek hayatta olmayacak
masalsı bir tadı vardır ya, işte arayıp tarayıp seçtiğim filmde o yoktu. daha
gerçek hayatın içindendi ve benim aradığım böyle bir şey değildi. gerçekçi bir
romantik komedi izlemek isterseniz the break up filmini izleyebilirsiniz. ama
kimse izlerken gary’e hak vermesin, o kadar da değil.
bu ayın başında baktım yeni yıla da
girdik yeni yıl yeni hedefler dedim, ilk sıraya yazdım günde elli sayfa kitap
okunacak. elli sayfa nedir ki, bir saatte okunur biter zaten. hatta o bana
yetmez gün içinde daha çok okurum şeklinde bir çıkışta bile bulundum kendime.
bir de ne göreyim, benim elime hiç kitap almadan bitirdiğim günler de
oluyormuş. yanlış anlaşılmasın yoğun ve koşturmacalı bir hayatı olan birisi
değilim. yani benden bağımsız öyle ilerleyen günler de oluyor gerçi ama günün
sonunda kendime vakit ayırabildiğim iki üç saatte de yalandan elime kitap
almayacaksam ben okumayı neden öğrendim hiç bilmiyorum. aslında galiba kendime
kızdığım nokta artık eskisi kadar merak etmiyor olmam. bir şeylere karşı olan
merak ve öğrenme isteği içimizden gidince başka ne yapabiliriz bu hayatta hiç
bilmiyorum. geçenlerde bir makalede (instagram) yeni bir kavram öğrendim, self
sabotage yani kendini sabote etmek. yani bir nevi başarısızlık korkusu ile bir
işe hiç girişmemek de diyebiliriz. hata yapmamak için, başarısızlık etiketini
üzerine yapıştırmamak için bir şeylerden kaçınma durumu yani. bunun da
temelinde kendini yetersiz görme hissi yatıyor sanırım. sözde konuyla ilgili
gerçekten yazılmış makaleler okudum hâlâ tam olarak ifade edecek şekilde
öğrenememişim, bir daha üzerinden tekrar geçmek de istemedim sizlere burada
sanırımlı inşallahlı galibalı bilgiler veriyorum. bir de kendimizi sabote etmek
bize başarısızlıklarımızın hepsini dışlar nedenlere bağlama özgürlüğü de
veriyor, işte en sevdiğim kısmı bu. mesela çalışmadığım için başarısız olmadım
dün bir siyah kedi görmüştüm onun da uğursuzluk getirdiği herkes tarafından
bilinen bir şeydir işte başarısızlığımın altında yatan sebep budur diyebilme
lüksünü bize verdiğin için teşekkürler self sabotage bu iyiliğini hiç unutmayacağım.
başarı kaygısı falan filan ne terimler öğrendim bilseniz şaşar kalırsınız, biz
de deriniz öyle şey yapma yani (yazılara güncel şaka ekleme işini azaltalım,
bir süre sonra okuduğumda ne yazmışım ben burada diyorum aslında genel olarak
öyle diyorum.). sonuç olarak bu kavramların ucu bucağı gelmiyor. ama bir de
sindrella kompleksi var, işte bu en sevdiğim. kitapta kadınlar ve erkeklerle
ilgili olarak “erkekler gergicidir. tanrı vergisi yeteneklerinin ötesinde ince
buz üzerinde kayarak kendi kaygılarını yaratabilirler, ama en azından gölün
ortasına ulaşırlar. kadınlar ise büzgücüdür. kendi doğal başarı seviyelerinin
altını hedefleyerek, kendi olasılıklarının gerisinde kalırlar. sonuçta birçoğu
gölün kıyısından hiç ayrılmaz.” diyordu. bir işe başlama ve devam ettirme
noktasında evet galiba erkekler daha gözü kara. bunda kültürel kodlar ve
toplumun cinsiyetlere yüklemiş olduğu roller etkili olabilir belki. ama benim
için hangisi geçerli diye düşünüyorum, ne kadar böyle hissediyor olmaktan
hoşlanmasam da o kurtarıcı beyaz atlı prensi beklentisini bazen hissediyorum
maalesef. bu yanlış bir şey olduğu için maalesef demiyorum, hiç böyle
hissedeceğimi düşünmediğim için maalesef diyorum. düşüncelerimizi kontrol
edemiyor olmak ve bazen istemediğimiz yönlere savruluyor olması hiç hoşuma
gitmese de değişmenin ve gelişmenin de başlangıcı bu oluyor aslında. gelişim
hep iyiye oluyor tamam da değişim içinde negatif yönler de barındırıyor. o
değişim rüzgarında yönümü kaybetmektense sabit bir şekilde duruyor olmak daha
mı iyidir bilmiyorum. bu da zaten üzerine düşünülecek bir şey değil,
yaşanılacak bir şey. yirmi altı yaş kaybolmuş hissetmek için biraz yaşlı
hissettiriyor ama herhalde birisi ya da bir şey danışmaya gidip adımı anons
ettirir ve beni bulur, yolumu bulmama yardım eder.
Yazı yazmaya devam etmen en çok benim işime gelir, çünkü asla kitap okumaya vakit ayırmayan birine dönüştüğüm için aylık olarak en azından senin yazılarınla biraz kültürlenirim. Yazıdaki her cümleye -neredeyse- hak veriyorum, mühür kaşe imza. Ayrıca şunu belirtmeliyim ki bazen bi beyaz atlı prensin gelip seni başka diyarlara götürmesi baya hoş hissettiriyor. Son olarak milletin ağzını yakında torba yapıp büzeceğim, böylece kimse oturduğu yerden asla bilmediği hayatlar hakkında ağzını yaya yaya konuşma hakkına sahip olmadığıyla alakalı net bilgiye sahip olur. Seni severim, potansiyelinin ne olduğunun da bir önemi yok hem sevmek için 💕
YanıtlaSil🤍
Sil26 yaşımda tam da senin gibi bir hayat yaşıyordum. Evdeydim çalışmıyordum kendimi kaybolmuş hissediyordum sonra bi beyaz atlı prens geldi ve beni o hayattan çekti çıkarttı. Hayatım değişti evet ama daha çok sorumluluk ve daha büyük sorunlar geldi. Geçti diyelim hamd olsun. Ev hanımlığı konusunda sana katılıyorum. Ben de asla ev hanımı olmayacağım derdim. İki sene çalıştım üç senedir başta zorunluluktan ötürü sonra mevcut hali kabullenmemek ötürü evdeyim. Bununla çok kavga ettim neticede iş konusunda olmayınca olmadı. Ben de senin gibi tadını çıkamaya başladım. Bu sefer de sosyal medyada çalışan ayakları üstüne duran kadınlar gördükle aldığım keyiften suçluluk duyar oldum. Olanda hayır vardır demeye çalışıyorum. Velhasıl iyi ki bizimle paylaşıyorsun yalnız olmadığımı bilmek iyi geliyor.
YanıtlaSilmevcut koşulları değiştiremiyorsak keyif alabilmek en güzeli ki bunu yapmak bile çok zor yine de o çabaya değiyor, yaşadıklarımda ve hissettiklerimde yalnız olmadığımı bilmek bana da iyi geliyor teşekkür ediyorum <3
Sil