merhamet ayları çoktan geçmiş olmalı/ ağustos merhamet kadar sıcak değilmiş/ insanın kendisiyle arayı açtığı zamanlar vardır/ bir gün de olabilir bir ömür de / fakat hiçbiri hoyrat sayılmaz ağustos kadar/ bazen bunca uzaklığa bakıp da insanın/ git diyesi gelir ağustos’a/ ‘git ve merhamet dilen zalimliğine şu adı çıkmış nisan’dan’/ yalnızca bir yaz olsa kaybolan, değil/ merhamet gibi kayıpmış şu ağustosta şiir

bu ay okuduklarımla başlayalım.

martin eden/ jack london

türkiye iş bankası yayınlarından çıkmış, 517 sayfalık bir kitap. en son kitap okurken bu kadar heyecanlandığımda üç silahşor’ü okumuştum, bu da birkaç ay öncesine tekabül ediyor. o heyecanı yeniden geri kazandığımı hissetmek güzel bir histi. kitaba geçecek olursak, hayatını denizcilik yaparak kazanan yirmili yaşlardaki martin eden ruth’a aşık oluyor, ancak aşık olduğu kızla aralarında büyük bir sınıf ve eğitim farkı var. ben de onun gibi ailesi gibi olmalıyım diyor ve ruth’un da yardımı ile kendisini geliştirmeye, öğrenmeye başlıyor. okudukça ruth’un ailesinin yaşam tarzının aslında o kadar da güzel olmadığını, o insanların o kadar da ulaşılmaz olmadığını fark ediyor. bu esnada da ileride ne olmak istediğini buluyor. ne bankacı ne memur ne avukat; martin eden içindeki yazma tutkusunu keşfediyor ve yazar olmak istiyor. yazdıkça dergilere gönderiyor ve dergilerden sürekli red cevabını alıyor. gel zaman git zaman bu emeline ulaşıyor ama artık onun nezdinde satın alınan yazılarının, basılan kitaplarının, etrafında pervane olan insanların hiçbir önemi yok. hayaline kavuşmuş olmanın sevinç emaresi okunmuyordu yüzünde. yazdıkları dergilerden sürekli geri dönerken, beş parasızken, aç yattığı gecelerde kimse hâlâ aynı kişiydi. insanların peşinden koştuğu yazılar hâlâ aynı yazılardı. sadece para mıydı onu insanların nezdinde değerli kılan? bunu kabullenememişti. ruth bile onu anlamıyordu artık “kelimelerim, içlerine yüklemek için onca çaba gösterdiğim anlamlarını sana aktarmıyor.”

kendimi tutamayıp kitabı baştan sona anlattım sanırım, ama henüz martin’in sonunu anlatmadım. sanırım sonunu söylemem pek doğru olmaz, henüz okumamış olanlara haksızlık olur. kısaca özetlemem gerekirse muhtemelen birkaç kez daha okuyacağım, en azından altını çizdiğim satırlara göz gezdirmek için sıklıkla elimin gideceği bir kitap. jack london ile tanışıklığımız ilkokul sıralarında  beyaz diş ile olmuştu ve öyle kalmıştı ama görünen o ki arkadaşlığımızı biraz daha ilerleteceğiz çünkü yazdığı diğer şeyleri de okuma isteği ile dolup taşıyor insan martin eden’in son sayfasını okuyup kitabın kapağını kapattığında.

martin eden'in dinlediği şarkılar isimli bir çalma listesi oluşturacak olsam kesinlikle teoman'dan kelimeler ve güzel bir gün şarkılarını eklerdim. 

düşüş/ albert camus

can yayınlarından çıkmış, 102 sayfalık bir kitap. camus’nün okuduğum ilk kitabı. okumaya bu kitabıyla mı başlamalıydım bilmiyorum. arka kapağında yazdığı şekli ile özetleyecek olursam, parisli bir avukatın bir barda geçmişi ile ilgili yaptığı itirafları anlatıyor kitap. nedense kitabı okurken luke kirby eline mikrofonu almış sahnede bir şeyler anlatıyormuş hissine kapıldım. (muhtemelen the marvelous mrs. maisel dizisindeki lenny bruce rolünden dolayı).  parisli avukat clamence hayatı ile ilgili bu itirafları yaparken oldukça dürüst davranıyor. ”kaldı ki herkes masaya oturup gerçek işini, kimliğini açıklasaydı ne halt edeceğimizi bilemezdik. şöyle kartvizitler düşünün: dupont, ödlek filozof ya da hristiyan mülk sahibi ya da zina eden insan sever, istediğinizi seçebilirsiniz. ama bir cehennem olurdu bu. evet cehennem böyle olmalı: tabelalı caddeler ve düşüncesini anlatma olanaksızlığı. insan kesin olarak sınıflandırılmıştır. siz örneğin aziz hemşerim, tabelanızın ne olacağını düşünün biraz?” sahi bizim tabelamız ne olurdu içimizde olup bitenleri yansıtsaydı, gerçek bizi? katıldığım ve katılmadığım bazı düşünceleri vardı ama bir kere okuyup kenara kaldırmalık bir kitap mıydı bilemiyorum. yirmili yaşlarımda okuduktan sonra bir de otuzlu yaşlarımda okurum belki. bir de nedense aylak adamı anımsattı bana. son olarak muhtemelen sağda solda en sık duyulan alıntısı ile bitireyim “bir adam tanıdım, kafasız bir kadına yaşamının yirmi yılını verdi, her şeyi feda etti ona, dostlarını, emeğini, dürüstlüğünü bile, ama bir akşam, kadını hiç sevmemiş olduğunu anladı. canı sıkılıyordu hepsi bu, insanların çoğu gibi canı sıkılıyordu. böylece karmaşa ve dram dolu bir yaşam yaratmıştı kendine.”

son düzlük/ ibrahim tenekeci

profil kitaptan çıkmış 143 sayfalık bir kitap. sanırım birkaç aydır türk bir yazarı okumamıştım. ibrahim tenekeci’yi de şiirlerinden tanıyordum, daha önce bir yazısını okumamıştım sanırım. bana hediye olarak gelmişti bu kitap da. içerisinde kısa kısa denemeler var daha çok sohbet havasında yazılmış okurken yormuyor. tam da otobüste okunacak türde bir kitapmış. kitabı okurken sık sık otobüste kitap okumayı özlediğimi fark ettim. otobüste bir yerlere giderken on dakika da olsa üç sayfa da olsa kitap okumayı seviyor(d)um. sanırım okula gitmenin en sevdiğim yanı otobüste kitap okuduğum kısımdı.  son düzlüğe geri dönecek olursak parka oturmaya giderken çantaya atmalık, çimenlere oturup şöyle bir ağaca sırtını verip ayaklarını da uzatıp okumalık bir kitap hissi uyandırıyor. “ ‘sürüden ayrılanı kurt kapar’ diyorlar. böyle diye diye herkesi sürünün bir parçası yaptılar. oysa kurt, sürünün ta kendisidir. şöyle ki: sürünün içinde kuzu kuzu yaşayanlar, bir müddet sonra kurtlanmaya başlarlar… kendisi olmayı başaramayan sürünün bir parçası olup çıkıyor.”

ah/ alper gencer

dergah yayınlarından çıkmış 426 sayfalık bir şiir kitabı. şiir okumayı özlediğimden midir, şiirlerin güzelliğinden midir oturdum dört gün boyunca sadece şiir okudum. normalde şiir kitaplarını okurken ara sıra elime alır birkaç şiir okur yerine bırakırım ama bu sefer canım sadece şiir okumak istedi. 2001-2011 arası çıkan şiirleri bir kitapta toplanmış. daha öncesinde alper gencer’in şarkısızın şarkısı isimli şiir kitabını okumuş pek beğenmiştim. ah da içinde güzel şiirler barındırıyordu, şuraya da güzel bir dize bırakayım “ caddelere bir çıkışımız var eksiksiz iki kişiyiz/ heybemizde mümkün olan inat, imkânsıza yeltenen bir çaba/ sözcükleri yerinden eder bir bakışın var, sen aşksın!”

bu ay okuduğum kitaplardan memnunum, biraz da izlediklerime bakalım.

chuck/ dizi/ 3, 4 ve 5. sezonlar

 maalesef dizinin sonuna gelmiş bulunmaktayız. anne with an e dizisinden sonra arkadaşlarıma “ya bir dizi var çok güzel izlesene” diye ısrarda bulunacağım bir dizi daha bulduğum için sevinçliyim. dizinin konusundan geçen ay bahsetmiştim zaten, favori sezonumun hangisi olduğuna karar vermekte zorlanmakla beraber sanırım dördüncü sezonu çok sevdim. beşinci sezon çok kötü başlamış olmasına rağmen sonlara doğru toparladı. final bölümünü izlediğimde daha saçma bir şey olamayacağını düşünmüştüm ama üzerinden biraz zamana geçince belki de böylesinin daha iyi olduğuna karar verdim. (evet zaman zaman izlediğim şeyler hakkında düşünürüm) prison break yıllar sonra yeni bir sezon ile çıkabildiğine göre chuck için de aynı şeyin mümkün olabileceğini düşünüyorum ama o kadar büyük bir izleyici kitlesi var mıdır emin değilim. belki de her şeyi 2012’deki hali ile tadında bırakmak daha iyi bir fikirdir. bu arada şunu da söylemeden geçemeyeceğim dizinin sarah’ı yvonne strahovski’den çok güzel captain marvel olurmuş. bir de son olarak dizinin müzik seçimleri harika olmuş, birçok şarkıyı daha sonra dinlemek üzere indirdim. diziye 9/10 veriyorum, 1 puanı finalden kırdım.

diziyi bir kenara bırakacak olursak, zachary levi’ın katıldığı yahut bizzat kendi yaptığı programları mesela etamin işlerken açıyorum hem bana ses olmuş oluyor hem de ingilizcemi geliştirmek için güzel bir adım oldu, buradan kendisine teşekkür etmek isterim.

shazam/ film/ 2019

açıkçası film konusu itibariyle çok ilgimi çekmese de sırf zachary levi oynuyor diye izledim. sonrasında artık 22 yaşında olduğumu kendime hatırlatarak fan girl (türkçesine ne yazsam bilemedim) olmak için çok yaşlı olduğuma karar verdim ve umarım bir daha herhangi bir oyuncu için pek de sevmediğim bir filme iki saatimi vermem. film kötü müydü? hayır. billy batson shazam isimli bir büyücü ile karşılaşıyor ve bir anda süper güçlere sahip oluyor. zachary levi’ın enerjisi filme çok uygun olmuş. izlemesem de olurdu dediğim, dc evrenine ait, akıcı bir çocuk filmi diyebilirim sanırım muhtemelen devam filmi de gelecek en son superman göründü ama onu da önümüzdeki yıllarda çıkarsa izleriz artık, bir şans verilebilir. sanırım 6/10 verebilirim

chocolat/ film/ 2000

içine kapanık insanların yaşadığı bir fransız kasabasına gelen anne ve kızın açtığı çikolata dükkanı ve kasabanın değişen hayatı anlatılıyor. ilk başlarda alışık olmadıkları bir yaşam tarzına ve enerjiye sahip olan vianne, kasaba halkı tarafından pek sevilmese de zamanla herkes üzerinde güzel bir etki bırakıyor ve bu elbette o kadar kolay olmuyor. filmi izlerken insanın burnuna mis gibi çikolata kokuları geliyor; uzaklardan gelen dünyanın en güzel çikolata kokusu.  filmi izlemeden önce oyunculara bakmamıştım johnny deep’i görmek sürpriz oldu, üstelik burada da korsan rolünde.

“-hiç bir yere ait olman gerektiğini düşünmüyor musun? +bedeli büyük oluyor. insanların senden olan beklentilerine mahkum oluyorsun. – bu o kadar kötü mü? insanların senden bir beklenti içinde olmaları?” sorunun cevabını düşüne duralım ve filme 8/10 verelim.

the iron giant/ animasyon/ 1999

şimdiye kadar nasıl izlememişim nasıl gözümden kaçmış bilemiyorum. dev bir savaş robotunun hogarth isimli bir çocukla arkadaş olması anlatılıyor. insanın içini sıcacık yapan, içinde bolca iyilik barındıran güzel bir film olmuş ve günümüz animasyonlarının birçoğundan çok daha iyi olduğunu söyleyebilirim. ayrıca kesinlikle bir devam filmini de hak ediyormuş. uzun bir aradan sonra ailemle izlediğim ilk animasyon olduğu için, filmin güzelliği için 10/10 veriyorum.

martin eden/film/ 2019

kitabını okudum e hadi bir de filmini izleyeyim demiştim. film martin’in daktilo başında konuşması ile başlıyor, biraz kitaptan bağımsız bir başlangıç olmuş. yine kitaptaki gibi arthur’un hayatını kurtarıp onun evine gidiyor ailesi ile tanışmak için ama sanki kitaptaki o çekingenliği ne yapacağını bilmez halleri yok.  olaylar kitaba göre çok daha hızlı gelişiyor, bu yüzden kitabın vermiş olduğu o his yoğunluğu filmde yoktu, ne martin ve ruth’un yakınlaşmasında (filmde ismi elenor olarak geçiyordu sanırım) ne de martin’in yazma hevesinin anlatılmasında. ayrıca martin’in ünlü olduktan sonraki hali o kadar iticiydi ki filmde, haline üzülmek yerine iyi oldu buna diyorsunuz. martin’i kitaptan değil de filmden tanısaydım büyük ihtimalle hiç sevmezdim. muhtemelen ister istemez kitapla karşılaştırdığım için pek sevemedim filmi, dümdüz bir film olarak izlense çok güzeldir belki. ayrıca filmin sonu kitaba göre biraz muğlak bırakılmış. kafamdaki martin eden profilini zedelediği, kötü etkilediği için filme puanım bir. (gereksiz bir şekilde filme sinirlenmişim)

honeyland (bal ülkesi)/ belgesel/  2019

kuzey makedonya’nın ücra bir köyünde arıcılıkla uğraşan hatice ve annesini anlatan trt destekli bu belgeselin çekimleri üç yılda tamamlanmış. hatice “yarısı bana yarısı sana” ilkesi ile eski usullerle arıcılık yapıyor bu balları üsküp’te satarak geçimini sağlıyor ve yatalak annesine bakıyor. sonrasında bu köye karavanları ile gürültülü bir aile geliyor, hatice’nin huzurunu bozsalar da hatice’nin çocuklara karşı sevecen yaklaşımı, aile ve çocuk hasreti içinde olması ile açıklanabilir. tabi bir de hatice’nin o güzel kalbiyle. belgeselden elde edilen gelirle hatice’ye başka bir köyden ev alınmış ama o arılara baktığı zamanı hâlâ eski köyünde geçiriyormuş. internette var mıdır bilmiyorum ama ben trt belgeselde denk gelip izledim, muhtemelen bu aralar birkaç defa daha gösterimi olur, takip edilebilir. gerçek bir yaşamdan bahsediyor, öyle ki izledikten sonra yaşadığımız şeyin gerçekten yaşamak olup olmadığını sorguluyorsunuz.  birçok ödül için aday gösterilen bu belgesele 9/10 veriyorum.

yes man/ film/ 2008

güzel eğlenceli bir şeyler izleyeyim diye düşünürken aklıma bu film geldi, listemde duruyordu öylece. baktım jim carrey oynuyor ne kadar kötü olabilir ki dedim ve izlemeye başladım. carl etrafına sürekli negatiflik saçan, arkadaş buluşmalarını bahanelerle sürekli erteleyen birisi (ne kadar da bir zamanlar ki ben, tek farkı ben bahaneye bile ihtiyaç duymadan insanları reddediyordum,  hiçbir yere gitmiyordum aferin iyi yapmışım bravo) ve hali ile carl yaşadığı hayattan bezmiş durumda, sonra bir gün bir konferansa katılıyor ve sonrasında her şeye evet diyeceğine dair söz veriyor. bu durum  ilk başlarda güzel şeylere sebep olsa da zamanla işler kontrolden çıkıyor ve her şeye evet demenin çok da iyi bir şey olmadığını her şeyin dozunda olması gerektiği kararına varıyor. elbette bu sancılı bir süreç. komedi filmi olmasına rağmen gülmekten çok düşündürücü bir filmdi bence. 7/10 veriyorum.

yazı sonu şarkısı: alla pugaçova- million roses, iddiaya göre bir oyuncuya aşık olup evi dahil tüm mal varlığını satıp milyonlarca gül alıp oyuncunun evinin önüne seren ressamı anlatan eski bir rusça şarkıymış. doğru değilse de arkadaşımın yalancısıyım, araştırıp şarkının büyüsünü bozmak istemedim ben böyle olduğuna inanmak istiyorum

yazı sonu şarkısı: bu aralar niyeyse sürekli fly me to the moon dinliyorum (zachary live’ın şarkıyı söylemesi ile hiçbir alakası yok bu durumun) ama önereceğim şarkı o değil. dokuzuncu sınıfta ingilizce dersinde hoca nancy sinatra’nın bang bang şarkısını açmıştı bizlere dinlememiz için ama önereceğim şarkı bu da değil. frank& nancy sinatra’dan something stupid, iyi dinlemeler.

 

 

 

 

Yorumlar

  1. Sayende liste oluşturmaya başladım. Teşekkürler efenim :D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. sen başla şimdiden liste uzamadan:d, rica ederim her zaman

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

balığın batması ve yan gitmesi hakkında bazı mülahazalar

arkadaşın ne yapıyorsun dediğinde hiç öyle bildiğin gibi aynı şeyler evdeyim deme yarışına katıldın ama rakibin benim

“alo iyi günler ben potansiyelimi harcamak istiyordum da nereye başvurabilirim? evet evet tek çekim olacak hepsini harcamak istiyorum.”