ayrılık ne biliyor musun?/ ne araya yolların girmesi,/ne kapanan kapılar,/ ne yıldız kayması gecede,/ ne ceplerde tren tarifesi,/ ne de turna katarı gökte./ insanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık.
öncelikle eğer vaktiniz varsa şükrü erbaş’ın senin korkularını benim inceliğimi adlı şiirini muhakkak okuyun diyorum ve yazıya başlıyorum.
ezilenler/ dostoyevski
iş bankası yayınlarından çıkmış 396 sayfalık bir roman. dostoyevski’de alışkın olduğumuz o uzun betimlemeler bu kitapta pek yok, kitabın neredeyse tamamı diyaloglardan oluşuyor. konusuna gelecek olursak tam anlamıyla isminin hakkını veren bir kitap, fazlasıyla dramatik. kitaptaki karakterlerin neredeyse hepsinin hayatı bir noktada kesişiyor. çok akıcı bir kitap olmakla birlikte bilhassa son elli sayfa epey üzücüydü. kitapta beni rahatsız eden tek şey her olay karşısında verilen aşırı tepkiler, hemen hastalanıyor yataklara düşüyor gözyaşlarına boğuluyorlar. bu eleştirilerime nelli dahil değil, o kızcağız ne yapsa haklıdır. alyoşa’yı o kadar merak ettim ki kimdir nedir görmek tanımak isterdim, nasıl birisi güzeller güzeli nataşa’yı bu denli üzebildi acaba?(kitap karakterlerinin gerçek olmadığını acilen kabullenmem lazım) küçük bir alıntı ile bu kitapla ilgili yazacaklarımı sonlandırayım: “dar bir evde düşüncelerin de daraldığını fark etmiştim. oysa ben öteden beri yazacağım hikayeleri tasarlarken odamda dolaşmayı severdim. aklıma gelmişken söyleyeyim: eserlerimi tasarlayıp, nasıl kaleme alacağım konusunda hayaller kurmak, oturup onları yazmaya başlamaktan daha çok hoşuma gidiyordu, ama tembellikten değildi bu. nedendi acaba?”
yeter ki sonu iyi bitsin/ william shakespeare
iş bankası yayınlarından çıkmış 133 sayfalık bir oyun. okuduğum diğer kitaplarındaki gibi büyük bir aşk, kavuşamayan iki genç, türlü entrikalar yoktu bu kitapta. farklı sınıflara mensup iki gencin aşk öyküsü yeter ki sonu iyi bitsin de nasıl iyi biterse bitsin denilerek yazılmış gibi. evet sonu iyi bitiyor ama böyle bir son gerçekten iyi miydi bilemiyorum. sevgili helena bertram’da bu kadar sevecek ne buldu bilemiyorum ama yine de onlara mutluluklar diliyoruz. helena’nın da dediği gibi “ çoğu kez kendimizdedir derdimizin devası/ oysa göklerde ararız hep yerde bulacaklarımızı.”
ay ışığı sokağı/ stefan zweig
iş bankası yayınlarından çıkmış 74 sayfalık beş öykülük bir kitap. açıkçası öykülerin hepsi iç karartıcı, ölüm içeren öykülerdi. ama hepsi de çok heyecanlıydı. aman aman neler oluyor diyerek sayfaları çevirerek bir çırpıda bitiriveriyorsunuz. sanırım en sevdiğim öykü kitabın sonunda yer alan beş sayfalık avare isimli olandı, o halde alıntımızı ondan yapalım: “yazgısı ile böylesine yapayalnız mıydı? binlerce insanın aynı yazgıyı paylaştığını, yaşamında meydana gelen şeylerin her gün yaşanan bir trajedi olduğunu biliyordu, ama yine de daha önce kimsenin bu acıyı böylesine keskin hissetmediği duygusuna kapılıyordu.”
iyiyim oturuyorum/ ceylan taş
küsurat yayınlarından çıkmış 141 sayfalık bir kitap. “yorganın altında on üç saat ağladıktan sonra güçlü olabilen tüm kadınlara” ithaf etmiş kitabını, çok da güzel yapmış. ne anlatıyor bu kitap derseniz, yazar kendi hayat deneyimlerini anlatıyor. arka kapağında da yazdığı gibi bazen kahkahalara boğuyor bazen de hüznüyle boğazımızı düğümlüyor. bir elime alayım neymiş bu kitap diyorsunuz sonra zaten elinizden bırakamıyorsunuz bir bakmışsınız kitabın son sayfasındasınız. birçok yerin altını çizdim ama sizlerle paylaşmak istediğim iki kısım var “her evin kendine has bir kokusu oluyor. özgün bir koku; ama o evin içinde yaşayanlar o kokuyu katiyen duymuyor ya, bir sonraki gidişimde o kokuyu ilk kez duyacağımı bilmeden çıktım o evden. çok garip. yani o kadar garip ki, herhangi bir şey ancak bu kadar garip olabilir. devasa garip.” bu bence de gerçekten baya garip bir durum. geçen hafta sonu annemler evde yoktu mesela ve ev ev gibi hissettirmiyordu. kaloriferin derecesi aynıydı ama ev daha soğuktu. tüm sorumluluğun bende olduğu, evin kızından evin sahibine dönüştüğüm bu statü değişikliğine hazır olmadığımı hissettim, avrupa yakası’nda aslı sütçüoğlu onaran’ın da dediği gibi “hep özgürlüğümü ilan etmek istemişimdir de hani hayat tarzı haline gelince de bir garip.” peki bunun konu ile ne alakası var derseniz bunu ben de bilmiyorum sadece öyle ev mev diyince belirtmek istedim, bu da böyle bir anımdı diyelim. evet diğer alıntıma geçebilirim “trigonometriyi anlayabilen bir beyin, beni anlamıyor. olacak iş değil.” insan gerçekten hayret ediyor. kenarına kısır bulaşmış ıslak kek tadında mis gibi bir kitaptı, diğer kitabını da okumak için heyecanla bekliyorum. ayrıca beni ceylan taş ile tanıştıran ‘bak böyle birisi var üslubunuzu benzetiyorum’ diyerek beni şımartan ve sanki dostoyevski’ymişim gibi hissettiren arkadaşıma da buradan teşekkürlerimi sunuyorum.
eve geç kaldım yalnızlık bekler/ selahattin yolgiden
kırmızı kedi yayınlarından çıkmış 66 sayfalık bir şiir kitabı. aylar öncesinde hediye gelmiş bir kitaptı bu. hediye kitap almaktan daha çok sevdiğim bir şey varsa o da kişinin kendi okuduğu, satırlarının altını çizdiği bir kitabı bana hediye etmesidir. bu benim asla yapamadığım bir şey, birisi elimdeki kitabı beğenirse gidip ona hediye olarak yenisini alırım ama kendi kitabımı vermek dünyanın en zor işi gibi geliyor bana. bu şiir kitabı çalışma masamda duruyordu, çalışmaktan sıkılınca ara sıra birkaç dize okumayı severim çünkü. ancak bu zavallı kitap o karmaşada yok olmuş ben de unutmuş gitmişim, geçenlerde masamı toparlarken buldum. buraya da kitaptan hem benim hem de hediye edenin altını çizmiş olduğu güzel bir dize bırakayım “boşluk neresinden baksan boşluk anlamayana/ sarhoş bir dilencinin durmadan mırıldandığı/ kuleli kentler, gümüş pelerin, yalnızlık sanrısı/ bugünün işini yarına bırakmanın sıkıntısı.”
artık izlediklerime geçebiliriz.
the man from uncle/ 2015
1963’de berlin’de geçen epey eğlenceli bir ajan filmi. birlikte çalışmak zorunda bırakılan rus ve amerikan ajanları arasındaki tatlı rekabeti izlemek çok hoştu. filmi bitirdiğimde bu filmi şimdiye kadar izlememiş olmamdan sorumlu olanlar bir adım öne çıksın demek istedim. birçok favori sahnem olmakla birlikte amerikan ajanı olan henry cavill’in kamyonette büyük bir sakinlikle chi vuole questa musica stasera eşliğinde sandviçini yedikten sonra diğerine yardım ettiği sahne favorimdi diyebilirim sanırım. hem müzikleri hem kendisi güzel olan bu filmi o kadar övdüm ama beğenmezseniz de sorumluluk kabul etmiyorum.
gake no ue no ponyo/ 2008
çok sevimli ve eğlenceli bir miyazaki filmi. insan izlerken nereden bu hayal gücünün temeli sevgili miyazaki demek istiyor. deniz kızı ponyo sosuke’yi seviyor ve insan olmak istiyor. ve ponyo’nun bu masum gibi gözüken isteği doğanın dengesini bozuyor. tüm bunlar bir şekilde hallolsa da ponyo’nun insan olabilmesi için gerekli olan tek bir şey var: sosuke’nin onu gerçekten sevmesi. aksi halde ponyo zerreciklere dönüşüp yok olacak. o kadar anlattım artık sonunu da söylemeyeyim ayıp olur. miyazaki’nin bu filmi oğlundan özür dilemek için yaptığı da söylentiler arasında ama tabi ne kadar doğrudur bilinmez.
mona lisa smile/ 2003
film 1953 yılında geçiyor ve ben geçmiş zamanları özellikle de elliler ve altmışları anlatan şeyleri izlemeyi çok seviyorum. genç, idealist bir öğretmen olan katherine oldukça başarılı bir okul olan wellesley’de çalışmaya başlayacağı için oldukça heyecanlıdır ancak burada karşılaştığı öğrenciler onu hayal kırıklığına uğratmıştır. çünkü onların tek bildikleri kitaplarda yazanlardır, daha fazlasına ihtiyaç duymazlar. buraya kadar olan kısım bir yerden tanıdık geldi mi sizlere de? evet bir çok kişinin de dediği gibi gerçekten ölü ozanlar derneğini anımsatıyor ancak farklı olarak bu film bir kız lisesinde geçiyor. okul yönetiminin de kızların da beklentisi okullarını bitirip iyi bir eş bularak yuvalarını kurmak. katherine de bu noktada devreye giriyor ve durun bir saniye sizler için doğuştan doldurmanız için uygun görülen rollerden fazlası da var diyor. çok sevdiğim bir sahnenin repliklerini yazacaktım ama oldu olacak filmi de anlatsaydın dememeniz için o kısmı kendime saklıyor sizlerle de şu cümleleri paylaşıyorum “gittiği için ona dönek, amaçsız, gezgin denildiğini duydum. fakat gezen herkes amaçsız değildir. özellikle de gerçeği geleneklerin, tanımların ve görünüşün arkasında arayanlar.”
comme un chef/ 2012
yılların ünlü şefi alexandre ve yemek pişirme aşkı ile yanıp tutuşan ancak sürekli çalıştığı yerlerden kovulan, ünlü şefin hayranı genç şef jacky’nin yolları kesiştikten sonra yaşadıklarını anlatan eğlenceli bir film. sadece eğlendirmekle kalmıyor aç olmasanız da sizi muhakkak acıktırıyor. hele alexandre’ın kızına hazırlamış olduğu o kahvaltı sofrasını gördüğünüzde. sonunda sevginin kazandığı bol bol güldüren bir filmdi.
no reservations/ 2007
başarılı ve hırslı bir aşçı olan kate, kız kardeşinin vefatı sonrasında küçük yeğeni ile ilgilenmek durumunda kalır. kate tüm bu aksilikler ile uğraşırken çalıştığı mutfağa yeni bir aşçı alınır. üstelik bu aşçı kate’in neredeyse tam zıddı bir karaktere sahiptir. kate’in bir taraftan yeğeni ile kurmaya çalıştığı ilişkiyi, bir taraftan da işten önemli şeylerin de olduğunu kavramasını ve hayata karıştığını izlemek çok güzeldi. az pişmiş biftek isteyen ve tabağını iki kere geri gönderen müşterinin yanına gidip kanlı bifteği bir hışımla masasına sapladığı ardından restoranı terk ettiği sahne gerçekten efsaneydi. psikoloğu ile arasında geçen konuşmayı da şuraya iliştirerek bu filmi de sonlandıralım “-hayat için de bir yemek kitabı olsaydı keşke! ne yapmamız gerektiğini anlatan tarifler olsaydı. biliyorum şöyle diyeceksin ‘başka türlü nasıl öğrenirdik kate?’ +hayır aslında öyle demeyecektim, söyleyeceğim şeyi herkesten daha iyi biliyorsun. en iyisi kendi yarattığın tariflerdir.”
az takipçili youtube kanalı önerisi: seyahat hikayeleri, eğer serkan beyde videoları isimli kanalı takip ediyorsanız muhtemelen bu kanaldan da haberiniz vardır. onlarla birlikte gezdikleri yerleri keşfetmek çok güzel. pandemi nedeni ile pek seyahat edemiyor olsalar da almanya nasıl bir yerdir orada yaşam nasıldır diye merak ediyorsanız şöyle bir göz gezdirebilirsiniz.
aralık ne kadar uzun bir aydı, bir türlü sonu gelmek bilmedi benim için. neredeyse gün saydım bitsin diye, hoş hala bitmedi ya olsun o kadar ben kendim için bu ayı burada sonlandırıyorum. son birkaç aydır ay sonunda okuduğum, izlediğim, beğendiğim şeyleri paylaşıyorum burada. yeni yılda bu seriye devam eder miyim bilmiyorum ama ay sonuna böyle küçük notlar bırakmak yazmayı sevdiğim bir şeydi. madem aralık ayındayız seneye görüşürüz diyerek veda etmemek için hiçbir sebep göremiyorum.
yazı sonu şarkısı: nat king cole- mona lisa ya da tarkan- gül döktüm yollarına, hangisini dinlemek isterseniz.
Yorumlar
Yorum Gönder