bir beyaz kağıda/ her şey yazılabilir / senin dışında/ güzelliğine benzetme bulmak zor/ sen iyisi mi sana benzemeye çalışan/ her şeyden/ bir gülden bir ilk bir sonbahardan sor/ belki tabiattadır çaresi/ senin bir çiçeğe bu kadar benzemenin/ ve benim/ bilinci nasırlı bir bahçıvan çaresizliğim/ anlarım bitkiden filan/ ama anlatamam/ toprağın güneşle konuşmasını/ sana çok benzeyen bir çiçek yoluyla
“yerini
bulamamanın azabını bütün teferruatı ile duymakta idi” neredeyse dört yıl önce
bu bloğu açma sebeplerimden birisi de
sabahattin ali’nin bu cümlesiydi. aradan geçen dört yılda pek de bir
ilerleme kat edememiş olmalıyım ki yeniden bu cümleye sığınmış buluyorum
kendimi. her şeye yabancıymış gibi hissetmek çok tuhaf ama bu nasıl anlatılır,
kelimeler nasıl ardı ardına sıralanır da cümleler kurulur bu konu hakkında bilmiyorum.
gel bana üzümlü kek tarifi ver desen bir sayfa anlatırım mesela ama “ben ne
yapıyorum burada allah aşkına?” hissini yaşamadığım bir yer bulma umudumdan
bahsedemiyorum. belki öyle bir yer yoktur bile bu sadece bir yanılsamadır ve
insanlar bu umuda tutunarak hayatlarını devam ettiriyorlardır. belki herkes bu
haldedir ama hiç kimse nasıl anlatması gerektiğini bilmediği için öylece havada
asılı kalıyordur bu düşünceler. sırtımıza yük ediyoruzdur da kamburumuzmuş gibi
saklıyoruzdur belki de. tüm bu yaşam telaşesinin bir anlamı da aidiyet hissine
erişebilme çabasıdır. belki de hiçbiri değildir ve insanlar aslında bu konu
üzerine hiç düşünmüyordur, önemli olan akşam çayın yanında kek olmasıdır kekin
neli olduğunun hiçbir önemi yoktur. hani şarkıda “yarışa girmezsen kaybetmen imkansız” diyor ya. evet ben o yarışın içine kendimi sokmuyorum, o hengamede
kendimi yitirmemek için çaba gösteriyorum. teoride kişi yalnızsa yani sadece
kendisi varsa o yarış pistinde sonuncu ya da birinci olması hem imkansızdır hem
de kesinlikle mümkündür; üstelik bunu aynı anda yapabilir. ama pratikte hiç
katılmadığımız, rakibimizin olmadığı bir yarışta nasıl oluyor da mağlup
hissedebiliyoruz aklım pek almıyor. bu noktada saçmalamaya başladığımı
hissettim ama neyse ki kendi yazdıklarımı geriye dönüp de bir kez daha okumaya
henüz tahammül edemediğim için bunun hiçbir önemi yok.
insanın kendisi ile yüzleşmesi can
sıkıcı, ama o canın hapsolduğu kendisinden kaçması çok daha kolay. bir noktaya
kadar erteleyebiliyorsun ve o noktaya geldiğinde işler çok daha karmaşık bir
hâle bürünmüş oluyor. hadi düşüncelerini yok saydın, aynadaki aksini yadsıdın,
bulduğun her boşluğunu bir sesle doldurdun diyelim; ayna kırıldığında, şarkı
sustuğunda ne olacak? şimdilik bu
sorunun cevabını pas geçiyorum sanırım çünkü şarkı hâlâ çalıyor ve ayna da
oldukça sağlam gözüküyor. bunları sonra düşünürüz.
nevrotik bir başlangıç yaptığım
yazının böyle devam edemeyeceğine karar verdim ve kim bilir belki de yeni
kariyer hedefim pilavcılar odası başkanı olmaktır. bugün makarna yaparken suyun
kaynamasını beklediğim esnada tencerenin kapağını kapatmadığım için annem
tarafından iktisat hakkında hiçbir şey bilmediğim suçlamasına maruz kaldım.
iktisat biraz da gerçekçi olmak dersek, mesela daha bu sabah kimsenin benim
için kahvaltı hazırlayıp da sıcacık simitler almayacağı gerçeğini kabullenerek
kalktım kahvaltımı hazırladım çayımı demledim pijamalarımla simit almaya
gittim. iktisat kitaplarında yazmaz ama mutluluğun formülü çok açıktır.
mutluluk; sıcacık ekmek/ simit/ bazlama+ oda sıcaklığında hafif yumuşamış
tereyağı ve ek olarak tercihen vişne reçelidir.
vişne demişken sözü getirmek
istediğim yere gelecek olursak, bahar mevsiminin hâlâ tam anlamıyla gelmemiş
olması “beni bu güzel havalar mahvetti” bahanesine sığınmamıza da engel oluyor
sadece öylece mahvoluyoruz. mahvolmalarımız boşa gidiyor. ne olurdu şöyle
güzelce bir bahar gelse, ağız tadıyla ışıl ışıl günlere uyansak,
sevdiklerimizin yanına giderken yol kenarından çiçekler koparabilsek. sonra yaz
gelir ve babamın pazardan aldığı vişnelerin içinde olduğu poşetin altı
muhtemelen delik olur, babam koridor boyunca mutfak halısı dahil bütün halılara
vişne suyu damlatır. o damlalar küçük, tatlı -aslında ekşi- anılar olarak
hayatımızda kalır. konu bir vişneden nerelere geldi.
okuduğum kitapta “ruhumu delip
geçiyorsunuz.” diye bir cümle vardı. gerçekten kimsenin ruhunu delip geçmeden
bu dünyadan göçüp gidecek miyim diye düşünmeden edemedim. “şüphesiz her iki
tarafta da daimi bir bağlılık varsa, kalplerimiz çok geçmeden birbirini anlayacaktır” kalplerin birbirini anlaması, daimi bir
yakınlık kurmak, birinin ruhunu delip geçmek; evet anlıyorum gerçekten büyük ve
güzel hisler ama anlamlandırmak biraz zor geliyor sanırım. hani nasıl oluyor da
böyle şeyler mümkün olabiliyor? hiç anlamıyor da değilim ama ne bileyim mesela
şairler bu şiirleri nasıl yazıyor da beni büyülüyorlar?
yazı sonu şarkısı: teoman-
yıldızları yakalamak ya da demir demirkan- zaferlerim
Hanım kızım annen haklı, zira senin de bildiğin gibi iktisat mutfakta başlar. Bu arada yazılarını ve seni çok seviyoruz, hep yaz emi😊😊
YanıtlaSilteşekkürler 🧚🏻♀️
Sil