Kayıtlar

2021 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

alıştık bakıvermeye, az şey mi balkonda deniz/ son gözlerimizi harcadık, en çok da güneşin tuttuğu/ sırası gelmişken söyleyelim de/ biz onunla güneşi suyu aşka çeviriyoruz/ bana uzun mu uzun portakal dilimlerini anlatıyor/ duvarları boyatıyor her sonbaharda/ şimdiyse ne yapalım? bilemiyoruz.

     bu ay okuduğum kitaplar öyle içime sindi ki, sevdiklerime uyumadan önce birkaç sayfa okuyup beni dinlerken içmeleri için ballı süt vermek istedim.      iki şehrin hikayesi/ charles dickens      iş bankası yayınlarından çıkmış 505 sayfalık bir roman. fransız ihtilali esnasında iki farklı şehirde yaşananlardan bahsediyor bizlere; paris ve londra. “ gelmiş geçmiş en iyi günlerdi, gelmiş geçmiş en kötü günlerdi; hem bilgelik çağıydı hem ahmaklık; hem inancın devriydi hem şüpheciliğin; hem aydınlık hem karanlık bir mevsimdi; umudun baharı, umutsuzluğun kışıydı; hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu; hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam aksi istikamete-özetle; şu an içinde bulunduğumuz döneme öyle benzer bir dönemdi ki dönemin sesi en çok çıkan otoriteleri bu günler hakkında –olumlu anlamda da, olumsuz anlamda da- ancak ve ancak ‘en’ sözcüğü kullanılarak konuşulabileceğini iddia ediyorlardı.” cümlesi ile başlıyor. sade...

ben bir yabancı buğunun kokusunu alıyorum/ bu kokuyu alıyorsam onulmaz kıskançlık yaramdandır/ benim garipliğime bakma benim kıskançlığıma bakma benim/ incilerin ilk gerçek ve yeni yorumunu bulur gibi oluyorum/ bu inciler denizlerin en karanlık noktalarında bile yoktur/ benim ak ve kara kayalar içinde bulduğum inciler/ bu inciler sen olmasan bende bile yoktur/ oldukları yerde bile

    vişne bahçesi/ anton çehov iş bankası yayınlarından çıkmış 93 sayfalık bir tiyatro metni. epeydir tiyatro okumadığımı fark ettim ve bilirsiniz ki rus edebiyatı kadar sevdiğim çok az şey vardır. tiyatro okurken en sevmediğim şey ilk birkaç sayfada kişilerin isimlerini asla ezberleyemediğim için kim kimdi acaba diyerek kitabın başındaki kişiler kısmına sürekli dönüp bakmaktır. konusuna gelecek olursak çiftlik sahibi andreyevna ranevskaya ve ailesi gün geçtikçe fakirleşiyor olmasına rağmen bu durumu düzeltmek için bir adım atmazlar. kitap sonunda övüle övüle bitirilemeyen, acilen vişne yemeli ve vişne ağaçları arasında dolaşmalıyım hissi uyandıran vişne bahçesinin akıbeti ne oldu o kadarını söylemeyeyim. çehov bu yapıtını komedi olarak nitelendirmiş ancak ben arka kapakta da ismi geçen   stanislavski gibi trajedi olduğunu düşünüyorum. ama en nihayetinde koskoca çehov haksız olacak değil ya, üstelik kitabı da o yazmış. “dar kafası, bizim aşkın da üstünde olduğumuzu kavr...
yolda gördüğümüz her kuru yaprağa basıp çıkardıkları ses ile mutlu olarak yürüme mevsimi gelmiş, merhaba sonbahar. aynı zamanda gittikçe kötüleşen havalar, geç doğan güneş yüzünden yataktan kalkmak istememe mevsimi de gelmiş, tekrar merhaba sonbahar. öğretmenlik yapmaya başlayalı bir ayı geçmiş. gerçek dünyada bir işimiz olduğu zaman en geç altı buçukta uyanmamız gerekiyormuş. ilk başladığım hafta her gün eve gelip ağlıyordum “yok mümkün değil ben bu işi yapmayacağım.” diyordum. ama bir şeylere başlamak her zaman için zordur. elimi kolumu nereye koyacağım, öğrencilere nasıl hitap etmem gerekir, dersi nasıl anlatmalıyım hiçbir fikrim yoktu. gerçek hayatla kitapta yazanlar, üniversitede öğrendiklerimiz birbiriyle bağdaşmıyordu. hâlâ bir şeyleri düzene sokabilmiş değilim ama en azından artık her gün ağlamıyorum, haftada bir ağlamak yetiyor. daha ilk haftadan işi bırakmadığım için, kendime biraz fırsat tanıdığım için mutluyum. öğretmen olmak güzel bir hismiş. mesela son bir aydır daha ...

sevgilim, işte eylül/ ve işte senin usul usul seğiren yüzün/ zaman ki sonsuzdur/ bitmemiş şiirler gibi/ bazı hüzünleri/ bazı nehirleri tutup anlatmak gibidir/ biz ki zamanı tırnak içine alıp yaşadık (isteğin bulanık kıyısında)/ bundan değil midir bizim aşkımızda/ sürekli bir akşam hüznü vardır.

       eylül ayı göz açıp kapayıncaya kadar hızlıca geçti gitti sanki. hayatımda birçok şey değişti. değişime ayak uydurmak biraz zordu, hâlâ zorlanıyorum ama bir şekilde halledeceğiz. kendine ait bir oda/ virginia woolf iletişim yayınlarından çıkmış 127 sayfalık bir kitap. öncelikle virginia’ya bayılıyorum. üniversiteye ilk başladığım yıllarda okuduğum bir kitaptı. ama hem kitaplığımda da olsun dediğim bir kitaptı, hem de belli dönemlerde tekrar okunması gerektiğini düşündüğüm için alayım da tekrar okuyayım dedim. yüzyıllar öncesinden bugüne dek kadınlar için hayat her zaman biraz daha zordu. bu yazı sahasında da böyleydi. arka kapağından bir alıntı yapacağım: “erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları ‘ezeli’ ve de ‘ezici’ bir soru vardır: ‘bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. madem öyle, neden shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?’” virginia bu soruya öyle güzel cevap veriyor ki insan okumalara doyamıyor. kadınların o...

hadi uyan/ aydınlığa çık da çil gözlerin ışısın/ ilkyazlar sıcağı biriksin yüreğine/ yoksul olsan da uyan/ garip olsan da uyan/ madem ki güzelsin, güzeli yaşatmak için/ madem ki iyisin, iyiliği yaşatmak için/ madem ki umutlusun, umudu yaşatmak için/ hadi uyan

    zeytin tabaklarını bilirsiniz, böyle uzun ince olurlar. geçen gün kahvaltıda zeytinlerin tabağın içinde sıraya girmiş gibi gözüküyor olmalarından mütevellit uzunca bir süre gülmüştüm. ve hâlâ tek sıraya girmiş üzerinde kekik ve pulbiber olan zeytin düşüncesi beni güldürmek için yeterlidir. işte böyle bir boşluğun içindeydim bir süredir. öncelikle, yüksek lisansa kabul edilmişim. başvuru yaptığım ve mülakata girdiğim süreç boyunca “allah’ım eğer benden daha çok isteyen birisi varsa ona nasip olsun.” diye dua etmiştim. dersler 4 ekimde başlayacak o zamana kadar hâlâ “dur bakalım, belki bir belgeyi eksik teslim etmişimdir bir şey olmuştur kabul edilmemişimdir” diye düşünmeye devam edeceğim sanırım. yüksek lisans yapmayı istemiyor değilim. bana birçok şey kazandıracağına eminim. benim için yeni olan bir alanda yeni bir şeyler öğrenecek olma fikri beni heyecanlandırıyor hatta. sadece gerçekten tutkuyla istediğim bir şey değildi sanırım. gerçi ben neyi o kadar çok istiyorum ...

bilmemek bilmekten iyidir/ düşünmeden yaşayalım/ mâra/ günü ve saatleri ne yapacaksın senelerin bile ehemmiyeti yoktur/ seni ne tanıdığım günleri hatırlarım/ ne seneleri/ yalnız seni hatırlarım/ ki benim gibi bir insansın

       bu ay elimde olmayan sebeplerle pek fazla kitap okuyamadım. evet tahmin edeceğiniz üzere elimde olmayan sebeplerden kasıt kitabı elime almamış olmam. çünkü eğer kitap elimde olsaydı okurdum ve elimde okumak için bir sebep olurdu. çok mu uzattım? sanırım evet. kambur/ şule gürbüz iletişim yayınlarından çıkmış 92 sayfalık bir kitap. şule gürbüz’ün ilk kitabıymış, henüz 18 yaşındayken yazmış. şule gürbüz’ün dilini, kelimeleri kullanma şeklini seviyordum zaten ama 18 yaşındayken bu kadar güzel bir şey yazmış olması ona olan saygımı arttırdı. aldığımdan beri üç kere okudum kitabı. zaten elinize aldığınızda bir çırpıda bitiveriyor. ama bir kere okumaktan çok daha fazlasını hak eden bir kitaptı, ben de hakkını vermek istedim. ayrıca kitabın içinde geçen kurban bayramında babamın bana vermiş olduğu gülleri kurutmuştum ki herkesin bildiği üzere içinde çiçek kurutulan kitaplar her zaman diğerlerinden bir adım öndedir. birçok yerin altını çizdim ama sadece şu iki c...